Muhatapsak sorumluyuz

Hüseyin KARA

Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar (33)

Kur’an, bilinç düzeyinde Yaratıcının tek muhatabı olarak insanı gösteriyor. Çünkü; gökler, yerler ve dağlar emaneti taşımaktan kaçınca, insan kendisinde var olan yeteneklerle onu üstlenmeyi kabul etti. Böyle yapmakla da fıtrattan uzaklaşan insan diğer kutbu olan zalim ve cahilliğe hemen düşme gibi bir riskle karşı karşıya kaldı. İşte insanın inceden inceye ve derinlemesine düşünüp taşıyacağı ve kendisini asla ihmal etmeyeceği gereken nokta burasıdır.  

İnsan düalist bir varlık. Olgunlaşacağı gibi pejmürde bir hale gelmesi de mukadderdir. İyi olmak ya da kötü olmak insanın elindedir. Mutlu ya da mutsuz olmak yaptıklarının bir sonucudur. İki kutupluluğun neresinde olursa olsun bütün sorumluluk kendisine aittir. Birini suçlama hakkına sahip değildir. İşlediklerinin ödülünü de cezasını da kendi alır ya da çeker. Neden? Kendisinde var olan “Ene” den ötürü. “Ene” de iradesiyle özümsenen özgürlüğüyle kendini gösterir.  “Ene” ile büyük sorumluluğun altına girmiş olur ama oyunu kuralına göre oynadığı yani “ene”yi eğilip çözmek için gayret sarf ettiği zaman onu bekleyen ödül hem büyük ve hem de tarifsizdir; bütün çektiklerine bedeldir.

Evet ama “ene”siyle, kendi özüyle kaç kişi yakından ilgilenmektedir çevremizde? Özünden kaçanlar o denli çok ki kendi içine yoğunlaşana deli muamelesi yapanların sayısı da az değildir. Oysa kendine düşman olan başkasına da düşmandır ve kendisiyle barışık olmayan başkalarıyla da barışı yaşayamaz. O düşman güruhunun içindedir. Öfke gözünü bürümüştür. Acı içinde oturmuştur.  

“Ene”, Türkçe’de “ben” terimiyle ifade edilebilir. “Enaniyet”e de kısaca “benlik” diyebiliriz. İçimizdeki gerçek olmayan “ben” e de “ego” denir. Ama “ene” de iki kutupludur. Mahiyeti bilinip ona göre hareket edildiğinde çok girift olan şeylerin anahtarı olur; hatta kâinata bu bilinç sayesinde bakıldığında büyük sırların açılımına geçit verir. Tam tersi aslında bir varlığı olmadığı halde tanınmış bir hak olarak varmış gibi düşünüldüğünde, insanın elinde karanlıkların kapısını aralayan bir alet haline gelmiş olur. Böyle davranan insan için ışık ve aydınlık ya çok uzaklardadır ya da hiç yoktur. Dostlar değil etrafını saran düşman yüzlerdir.

“Ene” ne zaman ego olup çıkar? Bediüzzaman, “ene”nin biri hayra ve biri de şerre bakan iki yüzünün olduğundan söz eder. “Manay-ı harfi” yani başkasını gösteren özelliğiyle ele alınıp değerlendirildiğinde “ene” gerçek “ben” olma yolunda yol alır. Öyle değil de “manay-ı ismi” yani manası kendinden ve kendi kendine delalet etmesinden hareket edilerek ona bir anlam verildiğinde gerçek ben dışı olan “ego” olur, yaptığı her yanlışla beslenip öyle şişer ki sahibini yutar; sonunda insan kocaman bir “ego” olup çıkar.[1]

İşin tuhaf olan tarafı “ego” nun sonradan bizde etkili hale gelmesidir. Çoğunlukla da bizim bilgimiz olmadan bizde oluşmaya başlar. Bizi çok seven ailemiz, sonra çevremiz ve dünyada olup bitenler yavaş yavaş “ego” nun tohumlarını içimize atarlar. Hele de olur olmaz şeylerle sürekli dolu olan zihnimiz en çok bizden olmayan benliğimize zarar verir. Öyle bir hale gelir ki egomuzla, gerçek olan benliğimizi tamamen unutmuş oluruz. Artık egomuzun emrindeyiz. “Ego” kendini ustalıkla gizler; onun en önemli parçamız olduğuna bize inandırır. Otur derse otururuz, kalk derse kalkarız ve bunu da saygın(!) olarak saydığımız kişiliğimiz adına yaparız. “Egomuz”, öyle kendini kendimize benimsetir ki onu tartışma konusu haline getirmemize asla yaklaştırmaz.  Hayat “ego” putunun emrinde geçer de farkında bile olmayız. Bu farkındasızlık, ciddi bir gaflettir, özden uzaklaşmadır ve cehalettir.

Doğarken “ego” yoktur ama potansiyel olarak vardır. Evet, çocukta “ego” yoktur. “Ego”, doğuştan getirdiğimiz “ene” nin fıtrat dışı kullanımının bir eseri olarak sonradan bizde gözükür. Bir bilim adamının dediği gibi o bizim düşman yanımız değil, yaralı tarafımızdır. “Ego”nun oluşma şekline daha bir ayrıntılı şekilde durur bir yazar: “Her insan ‘ben’ olarak dünyaya gelir. Ben, bilincin bireyselleşmiş halidir. ‘Ben’, akıl denilen duygusal kasetlerle özdeşleştiğinde ‘ego’ oluşur. Ego, bilinci tutsak kılar. Ego, aynı kasetleri tekrar tekrar çalarak güvence (haklılık) ve onay peşinde koşar. Kasetler sadece duyusal belleklerden ibaret olsaydı, yani her an tüm farkındalığıyla yaşanabilseydi, tam bilinçlilik hali olurdu. O zaman, ego oluşmaz, ‘ben’ sağlıklı olarak kendi özgün bireyselliğini ifade edebilirdi.”[2]

Görülüyor ki, biz gelişi güzel bir eğitimin kurbanıyız. Bize dayatılanlarla elde ettiğimiz yalnız ve yalnız “ego”dur; bizim olmayan benliğimizdir. Bizden olmayan benliklerle dolaşıyoruz; doğrusu biz hiçbir zaman “biz” olamadık. Konuşan da biz değiliz. Bediüzzaman’ın deyimiyle “Biz müteharrik-i bizzat değil müteharrik-i bir gayr”ız[3].  Tepkilerimiz hep bizden olmayan saiklerdir. “Ego” da en çok tepki gösteren bir yaralı tarafımız. Biz birine bir tepki gösteriyorsak, onun kaynağına inmek bize düşmez mi? Öfke “ego” nun kullandığı bir silahtır. Ama böyle bir tepki anında kaç kişimiz “bunun kaynağı nedir?” diye bir an durup otokontrol mekanizmasını çalıştırmış?

İçimizdeki “ben” olarak saydığımız aslında hiç de bizim gerçek benimiz olmayan ve fakat içimizi kaplamış egomuz, mutsuzluk, acı, kavga, hayal kırıklığı, hatta delilik, intihar, cinayet, dahası her türden suçu üreterek bize servis yapar. İşte tam bu noktada kendimize dönüp bize bu işleri dayatanı sorgulamamız gerekir. Bizi bizden çok düşünen kim ki?  Bir zihnimiz var; o bizi oyalamaktan başka işe yaramıyor; ne kadar işe yaramayan çer çöp varsa önümüze koyuyor. Ne kadar geçmişe ait bilgiler varsa hayalimizde canlandırarak aklımızı, duygu ve kalbimizi meşgul ediyor. Öylesine ki uyuyacak zaman bırakmıyor, uykumuzu haram ediyor bize. Zihnimiz hep dışarıya dönüktür. Günde ortalama altmış bin çeşit hücum eden düşünceyi ille de bize dikte etmek ister; hem üstelik bizim işimize yarayıp yaramadığına ve zamanımızın olup olmadığına bakmadan.

Tam burada hayalimizde canlanan bilgi kırıntılarında ne denli seçici olmamız gerektiğinin önem arz ettiğini bilmem ki vurgulamaya gerek var mı? Her konuda kontrol mekanizmasını çalıştırmak zorundayız. Önce kendimizi daha yakından tanımalıyız. Üzülerek söylemek gerekir ki kendimizin çok uzağındayız. Çocuk gibi olmaya ne kadar muhtacız; çünkü onun bir “ego”su yoktur ya da “ego”sunun peşinde değildir. Kızsa da anlıktır; fazla kin gütmez, anlık yaşar.

Egomuzun olduğunu nasıl anlarız? Çok şeye tepki vermek belki de en açık göstergesidir. Değişik etkiler içimizin bir yerlerine iğne batırmakta ve egomuzu şişlemektedirler. Tepkilerimiz bu yüzden. Egomuzun karşısında olmak da aslında egomuzun bir oyunudur. Çünkü onunla özdeşleşmişiz.

Kendimizi iki de bir yargılamak da egosal bir tepkidir; bu ne yazık ki kısır bir döngü oluşturur, egomuzla boğuşup dururuz ve duygularımızı ha bire hırpalar da saatler sonra yorgun düşeriz. Ele geçen aslında bir hiçtir. Egosal bir tepki, bir şiddettir. Olması gerekense, tepkisiz olmak, izlemek, onu fark ederek tanımak… 

Sağlıklı “ben”nini geliştirmeyen ancak kendisiyle boğuşur, kendisiyle diyaloglara da giremez; iki yabancı olup çıkarlar. Zaman bulamaz ki gök, yer ve dağların taşımaktan kaçındığı büyük sorumlulukların üstesinden gelme aşamasına gelebilsin. Kendini bilmeyen gerçek cahildir ve onun eylem haline dönüşeni olan zalimliktir.

 

[1] Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, 3.Söz, 1.Maksat, erisale.com

[2] Gün, Nil (2001), NLP, S:162, Kuraldışı Yayıncılık, İstanbul.

[3] Nursî, Bediüzzaman Said, Sünûhat, Rüyada bir hitabe, erisale.com

 

 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.