“Onların misali, bir ateş yakan insan gibidir. Ateş tam etrafını aydınlattığında Allah ışıklarını yok eder de onları karanlık içinde, hiçbir şeyi görmez bir halde bırakıverir."
"Artık onlar sağırlardır, dilsizlerdir ve körlerdir; bu yüzden geri de dönemezler."
"Yahut onlar, karanlıklar içinde gökten boşanan gök gürültülü, şimşekli bir yağmura tutulmuş kimseler gibidirler. Yıldırımlar yüzünden ölümden korkarak parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Halbuki Allah inkarcıları çepeçevre kuşatmıştır."
"Şimşek gözlerini kör edercesine çakar, onlara ışık verdikçe yürürler, ışığı karartınca da kalakalırlar. Allah dileseydi onların işitme ve görmelerini büsbütün giderirdi. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 2/17-20)
Cevap: 1
Bu ayette geçen “karanlıklar” yani “zulümat” kelimesinin çoğulunu/cem’ini nazara aldığımızda bunun en az üç karanlık olması gerekir. Bu üç karanlık şöyle açıklanabilir:
Birincisi; siyah bulutların kendisinde var olan karanlık: Bu husus gözle görülmektedir. Bulutlar bazen beyaz, bazen siyah şeklinde olmaktadır.
İkincisi; bulutların aşırı yoğunluklarından meydana gelen karanlık. Buna yağmurun kesafet karanlığı da denilir. Gök gürlemesinin olduğu anlarda bu karanlık daha da kendini gösterir.
Üçüncüsü; bulutları daha da karanlığa gömen gece karanlığı.
Kur’an’ın bu tasvirli ifadeleri, şüphesiz çok uzun ilmî hakikatlerin fezlekesi hükmündedir. Bulutların oluşması, içinde karanlıkların oluşması, gök gürlemesinin meydana gelmesi, şimşek olayının meydana gelmesi,.. bunların her birinin teşekkülü harikalar harikasıdır. Bu belki de bir kitapta ancak tam açıklanabilen bir konuyu, çok veciz bir cümlede fezleke halinde ifade etmek, ancak Kur’an’a has bir îcaz ve bir i’caz parıltısıdır. Bu kadar uzun bir hakikatin komprime halinde sunulması, meseleyi çok iyi bilen ve mahiyetini kuşatan bir ilmin yansımasıdır.
İşte ayette geçen “karanlıklar”ın çeşit çeşit olduğuna işaret edilmiştir:
- Simsiyah bulutların zulmeti,
- Bu bulutların yoğunluğu ve her tarafı kaplaması,
- Yağmurun şiddeti, ardı ardına sağanak şeklinde gelmesi,
- Gecenin karanlığının kat kat olması, hepsi birer zulmettir
Ayrıca “zulümat” kelimesinin elif-lamsız/belirlilik takısı olmadan gelişi bu karanlıkların muhatap tarafından bilinmeyişi ve belirsizlik içindir.
Cevap: 2
Ayette geçen “Kendilerini karanlıklar içinde bıraktı.” cümlesinde geçen kelimelerin açıklaması:
Atıf harfi olan و (vav), onların iki zararı birleştirdiklerine bir işarettir. Ziyaları, ışık ve nurları ellerinden alındı ve karanlık kendilerine bir elbise gibi giydirildi.
Burada “bıraktı” veya benzeri bir fiil yerine “تَرَكَ onları terk etti” denilmesi onların ruhsuz ceset, özsüz kabuk haline geldiklerine bir işarettir. Bunun için kendi hallerine bırakılmaları, karanlığa terk edilmeleri uygun düşmüştür.
فِى (fi) edatının ifade ettiği zarfiyetten anlaşılır ki, her şeyin onlar nazarında yokluğa karıştığına bir remzdir. Onlara sadece yokluğun ünvanı olan karanlık kalmış, bu karanlık onlara bir zarf ve kabir olmuştur.
Ayette karanlığın çoğul gelmesi şuna da işaret eder: Gecenin karanlığı ve bulutların zulmeti onların ruhlarında ümitsizlik ve korku zulmetini, mekânlarında yalnızlık ve dehşet zulmetini, içinde bulundukları zamanda sükût ve sükûnet zulmetini meydana getirdi. Böylece çeşitli karanlıklar onları kuşattı.
Karanlığın elif-lamsız/belirsi gelişi ise, bu karanlıkların onlara meçhul olduğuna, daha önce böyle karanlıklara bir ülfetleri olmadığından, üzerlerindeki tesirinin çok daha şiddetli olduğuna bir imadır.
“Onlar görmezler.” cümlesi, musibetlerin esasını bildirir. Çünkü görmeyen kişi, belaları daha çok görür. Gözün olmamasıyla, en gizli musibetleri de görür, hisseder
Bu ifadenin geniş zaman sığasıyla gelmesi, hayal gözü önünde onların halini tasvir ve temsil etmektir. Ta ki muhatap onların dehşetini görsün, vicdanıyla da bundan etkilensin.
“Onlar görmezler” derken mef'ul terk edilmiş, neyi görmedikleri belirtilmemiştir. Böyle durumlarda mef'ulün terki tamim içindir. Yani,
- Onlar menfaatlerini görmezler, ta ki koruyabilsinler…
- Tehlikeleri görmezler, ta ki sakınabilsinler.
- Yol arkadaşlarını görmezler, ta ki ünsiyet etsinler. Onları görmeyince, her biri tek başına ferd olarak kalır, birbirlerine yardımcı olamazlar.
Cevap: 3
Münafıkların zulmetleri (karanlıkları), küfür, nifak ve nihayet kıyamet gününde önlerine çıkacak olan karanlıklardır.
Âyette imân nûra, küfür karanlığa benzetilmiştir. Çünkü nûr maddî eşyayı, imân ise gönül ve vicdanı aydınlatır, ruhu geliştirir. Karanlık, eşyaya perde olur; küfür de gönül ve vicdanı karartır.
Benzetmeler yaparak, misaller vererek, ilgili hikâyeler ve geçmiş vakalardan istifade ederek anlatma usulü çok eski zamanlardan beri bütün milletlerde olduğu gibi, İslâm'ın ilk muhatabı olan Araplarda da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm de bu usul ve üslûba sık sık başvurmuş, eğitim öğretimde sesli ve görüntülü yayınlardan istifade edercesine bunlardan yararlanmıştır.
Münafıkların durumunu misallerle tasvir eden bu âyetleri tefsir edenler çeşitli yorumlar yapmışlar; ışığı İslâm'ın nuru, karanlığı imansızlık, yağmuru rahmet, ganimet vb., gök gürültüsünü ve şimşeği inkarcıları tehdit eden âyetler olarak açıklamışlardır. Ayrıca bu iki âyetteki ışığı ve aydınlığı "güdüler, duyu organları, akıl" gibi beşerî bilgi kaynakları ve araçları; karanlık, yağmur, gök gürültüsü, yıldırım, şimşek ve bunlar arasında ilerlemeye, yol almaya çalışan insanı da "bütün iniş ve çıkışlarıyla, maddî ve manevî meseleleriyle insanın dünya hayatı" olarak anlamak da mümkündür.
İnsanoğlu dünyada problemleriyle başa çıkmaya çalışırken, ya sadece beşerî güç ve imkânlarıyla yetinir veya bunlara ilâhî yardım ve irşadı da ekler, Kur'an'ın ve Sünnet'in rehberliğinden faydalanır. İnkarcılar dini hayatlarının dışına attıkları için akıl, duyular ve tecrübelerle -daha çok ve kısmen- maddî problemlerini çözüyorlar, bu alanda hayatlarını düzene koyabiliyorlar. Beşerî bilgilerin yeterli olmadığı ilişkiler, varlıklar, olaylar ve oluşlar alanına gelince karanlıklar içinde kalıyor, meçhuller arasında bocalıyorlar. Bu alana karşı idrak kanallarını kapatmak, görmezlikten gelmek, düşünmemeye çalışmak, yok saymak fayda vermiyor. Şuur altının derinliklerinde fırtınalar kopuyor, şuurda huzursuzluklar su yüzüne çıkar gibi oluyor, bunları bastırmak, madde ötesini ve beşerî gücün çözümden âciz kaldığı problemleri unutmak için başvurulan tedbirler (zevku safa âlemleri, iş, sanat, spor vb. alanlardaki faaliyetler, içki, uyuşturucu...) fayda vermiyor, faydası şimşek hızıyla gelip geçiyor. Bunlar insanı bir müddet oyalasa bile, kaçınılmaz sonla karşı karşıya gelindiğinde gerçek anlaşılıyor, fakat artık çok geç oluyor, iş işten geçmiş bulunuyor.
Allahuteâlâ'nın kullarına verdiği beşerî bilgi araçları, hem geçerli ve yeterli oldukları alanlarda kullanılmaları, hem de insanın içindeki ve dışındaki işaretleri (âyetler) okuyarak Rabbini bulması, O'nun irşadına kulak vermesi içindir. Bunları yerli yerinde ve amacına uygun olarak kullanmayan insan, bunlardan mahrum bulunan yaratıkların seviyesine inmiş olur.
Ancak her nimetin bir hesabı olacağı için, o yaratıklardan farklı olarak insan sorumlu bulunuyor, emanetten hesaba çekiliyor. Münafıklar da bir yandan akılları, diğer yandan zahiren uyum gösterdikleri Müslümanların dinden gelen bilgileri sayesinde dünya hayatlarını kısmen düzgün götürebiliyorlar. Fakat sıra iç dünyalarına, madde ve ölüm ötesi âleme ve ilişkilere gelince karanlıklar ve ıstıraplar içinde kalıyor, bocalıyor ve çıkmaza saplanıyorlar. Kesintisiz ilâhî irşad ve ışıkla desteklenmediğinde bir yakımlık ateşin, bir kibritin, bir şimşeğin ışığı kadar kısa ve yetersiz olan akıl ve beşerî bilgiler onları bu çıkmazdan kurtaramıyor.
İnsan bu dünyaya fesat çıkarmak, münafıklık yapmak, kargaşalık ihdas etmek, Allah'ın nimetlerinden yararlanıp O'na isyan etmek için değil de, Allah'ın kudret ve azametinin ve yarattığı eserlerinin iman ve akıl gücüyle seyircisi, onun tefsircisi ve övücüsü olmak için yokluk karanlığından çıkarılıp gönderilmiştir. Dünya için değil, âhirette ebedî olmak için dünyaya uğratılmıştır. Münafık ise nifak ve inkâr, şüphe ve kararsızlık vadisinde, daha aşağı varlıkların başladığı yerde başlıyor ve bir kademe bile yükselmeden olduğu yerde bitiyor. Duymadan sadece görüyor.
Allah, insana kendisini anlayacak kabiliyette zeki bir rûh, açık bir vicdan vermekle kudretini izhar etmiştir. Gerekli bütün malzemeyi vermek suretiyle nimetini tamamlamış ve sonra onu başlangıç noktasıyla bitim noktası arasında serbest bırakmıştır. Öyle ise insan bu malzemeyi en iyi şekilde kullanmalı ve kullanmasını bilmelidir. Dünya bütün güzelliği ve çekiciliğiyle âhiretin bir görüntüsünden başka bir şey değildir. Bütün mesele bu görüntüde Allah'ın sayısız belgelerini idrâk ederek kesin sonuçlar elde etmektir.
Görmek, tanımak, bilmek, anlamak, övmek ve kutlamak en akıllıca bir yaşayış yoludur.
Müminin kalbi diridir. Münâfığın kalbi ölüdür, Diri kalb hak ve hakîkattir. İnsan ruhuna uygun olan ve onunla uyum sağlayan şeyleri kabul eder, onu içten sever ve bu sevgiyle de başkası üzerinde müessir olur. Kalb, inat ve nifak illetine mübtelâ olunca, onda ne bir ihsas, ne temyiz kudreti ve ne de hakla bâtılı birbirinden ayırd edecek bir meleke kalır.
Diğer bir tabirle:
İlâhî vahyin ve ilhamın nurunu alan kalb, hakikî hayata, sonsuz nîmet ve devlete kavuşur. Artık o, hayat üstüne hayat, nûr üstüne nûr alır artırır. Bu nuru kaybeden kimse, çevresini aydınlatmak için ateş yakan ve az sonra da ateşin sönmesiyle karanlıklar içinde bocalayıp kalan ya da şiddetli yağmura tutulan, şimşek, gök gürültüsü ve ardarda inen yıldırımın tesiri altında, ölüm korkusuyla kulaklarını tıkayan şaşkına benzer.
Evet, ilâhî nûr imân ve irfan erbabının kalbinde ışıl ışıl parıldar, dilleri üzerine akıp iner, yüzlerinde ve alınlarında zuhur eder, dış organlarında da kendini hissettirir. Münâfığın kalbine ise, inkâr, şüphe, kararsızlık ve nifak karanlıkları çöker, oradan taşıp diline iner, katarakt halinde gözünü perdeler, kulaklarını tıkar, hakkı kabule engel olur. Artık münafığın emeli serap, gönül yurdu haraptır. Ruhu perişan, vicdan iklimi virandır.
Unutmayalım ki insan, kalbinin nuru, vicdanın cilâsı, ruhunun berraklığı nisbetinde hakikat âlemini görebilir; gerçeği anlayabilir. Yüksek duygularımız bu cisim kesafeti içinde sıkışıp kaldığında nazarlarımız çok basitleşir; kalbimiz alabildiğine katılaşır. Netice olarak, varlığımız büyük bir âlemdir ve bir çok şeyler bizde gizlidir. Gönül yurdundan, vicdan ikliminden benlik damarını, nifak tohumunu, inat ve inkâr tortularını söküp atmadıkça bu kesafeti yıkıp orada gizlenen hazineyi elde edemeyiz.
Gönül ne kadar hırslardan, beşerî zaaflardan, nefsânî aşırılıklardan uzaklaşır, dünyevî kirlerden -yani materyalizmin boğucu havasından- ne kadar temizlenir ve ilâhî nurla cilâlanırsa, basîretimiz o kadar açılır ve manevî füyuzata o nisbette mazhar olabiliriz.
Duâsız, ibâdetsiz, merhametsiz ve faydasız bir hayat sürmek, bir iç koma halinde yaşamak demektir, bu tam bir çöküntüdür. Diyebiliriz ki insan yalnız çalışmakla değil, kalbini, vicdanını temizlemek, ruhen gelişip maddeyle mana arasında sağlam bir denge kurmakla asil ve vakarlı bir hayat sürebilir.
Cevap: 4
“Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık bunlar dönemezler.” cümlesinin açıklaması:
Bu dört özellik, münafıklar ve o sahrada ateş yakanlar arasında müşterek bir haddir, aralarında bir berzahtır, her iki tarafa da müteveccihtir, iki tarafın halinden de söz eder. Onlara bir aynadır, sana onların durumunu gösterir. Keza, onların kıssasının son bölümüdür.
Temsile bakan yönü
Bil ki, böyle bir musibete düşen kişi, etraftan onu kurtarabilecek bir sesi duymakla kurtuluş ümidi içinde olur. Ama gece dilsiz olunca, onun sağır olmasını netice verdi.
Ardından, yardım edecek birine seslenmek ister; ama gecenin sağırlığı onu dilsiz yaptı.
Sonra bir ateş veya ışık görerek yolunu bulmak ister; ama gecenin körlüğü onu da kör hale getirdi.
En son olarak da geriye dönmek ister; ama bataklığa girip de çırpındıkça batan kimse misali, artık dönüş mümkün değildir, o kapı da kendisine kapalıdır.
Bil ki, insan böyle bir belaya düşünce, birbirine terettüp eden dört cihetten teselli bulur, ümit besler, kurtuluş umar:
1. “İmdat!” dese çevre beldelerden veya yolculardan yardım edebilecek kimselerin sesini duymak ister. Ancak gece sakin ve dilsiz olup, o kimse hiçbir yerden ses duyamayınca sanki sağır oldu, arasında sağırla bir fark kalmadı. İşte, bu ümidi kesmek için ayet, “sağırdırlar” dedi.
2. Nida etse veya yardım istese birinin veya birilerinin onu duyup yardım etmelerini umar. Ama gece sağır olunca, gecenin sağırlığı karşısında dili olanla dilsiz olan fark etmez. Ayet, “dilsizdirler" diyerek bu ümitlerini de kesti.
3. Varacağı yere işaret eden bir alamet, bir ateş veya bir ışık görmekle kurtulmayı umar. Ancak gece siyah, karanlık, abus çehreli ve kör olunca, görenle görmeyen eşit oldu. Ayet, bu ümidi söndürmek için, "kördürler" dedi.
4. Bu durumda ona geriye dönmeye çalışmak kalır. Ama karanlık her taraftan onu kuşatınca, iradesiyle bataklığa girip de çıkması imkânsız olan kimse gibi oldu. Evet, nice durum vardır ki, kendi iradenle ona varırsın, ama sonra dönme iradesi senden alınır. Sen onu bırakırsın, ama o seni bırakmaz. Bundan dolayı ayet, bu kapının da üzerlerine kapandığını, tutundukları son ipin de koptuğunu, böylece, ümitsizlik, yalnızlık, sessizlik ve korku karanlıklarına düştüklerini "artık bunlar dönemezler" diyerek ifade etti.
Münafıklara bakan yönü
1. Onların başlarını kaldırıp hakka kulak vermeleri, Kur'an'ın irşadını dinlemeleri gerekirdi. Lakin heva, onların kulaklarını doldurdu, bu da Kur'an sadasının kulaklarına girmesine engel oldu. Heves, onları adeta kulaklarından tutup Kur’an yolundan alıkoydu. Kur’an, “onlar sağırdırlar” diyerek bu kapının onlara kapandığına işaret etti. Sanki onların kulakları koparılmış, yerlerinde çirkin delikler kalmıştır. Veya o kulaklar başlarının iki yanında sarkan et parçalarıdır.
2. Onların başlarını eğip vicdanlarına danışmaları, gerçeği ve doğru yolu sormaları gerekirdi. Lakin inad dillerinin ellerini tuttu, kin o dili arkadan içeriye çekti. Kur’an bu kapının da yüzlerine kapanmasına işareten, “onlar dilsizdirler” demiştir. Nasıl ki bir insanın dili koparılsa, ağzı içi boş bir mağara misali yüzü çirkinleştiren bir duruma gelir, onlar da hakkı ikrardan sükût ile manen dilsiz hale gelmişlerdir.
3. Onların ibret nazarlarını âleme çevirip afakî delilleri toplamaları gerekirdi. Lakin bu ayetlerden teğafül, yani onlara karşı ilgisizlik, onları görmezden gelmek, elini bunların gözlerine koydu, manevi körlük bu nazarları geriye çevirdi, yuvalarına kovdu. Kur'an bu yoldan da fayda bulmadıklarına işareten “onlar kördürler” dedi. "Kör gibidirler” yerine teşbih edatını hazfedip “kördürler” demek suretiyle, başın nuru olan gözlerinin sanki yerlerinden sökülüp, yüzlerinde çirkin birer delik haline geldiğine remzetti .
4. Çirkin hallerinin çirkinliğini bilip nefret etmeleri, pişman olmaları ve dönmeleri gerekirdi. Lakin günahlarda ısrar ile fıtratlarının bozulması, bir de heva ve şeytanın galebesiyle nefisleri bu çirkin halleri kendilerine güzel gösterdi. Kur'an “onlar dönmezler” diyerek son yolun da kendilerine kapandığına işaret etti. Bataklığa saplanmış kimse misali, dönüş için iradenin kalmadığı bir duruma kendi iradeleriyle düştüklerine remzetti.
Cevap: 5
Burada münafıkların iki kısma ayrıldıklarına işaret olmak üzere, onlarla ilgili ikinci bir temsil getirilmiştir. Bu temsil de, onların dehşet ve şaşkınlık içindeki hallerini tasvir etmektedir.
Birinci temsilin hülasası:
Münafık, kendini vücut sahrasında arkadaşlarından kopuk, kâinat cemiyetinden kovulmuş, hakikat güneşinin hükmünden hariç olarak görür. Her şey nazarında madum olur. Bütün mahlûkatı ecnebi, cansız, sessiz, ıssız, kimsesiz zanneder.
İşte böyle biri nerede, imanın nuruyla bütün varlıkları dost gören, bütün kâinatla ünsiyet eden mü’minin hali nerede?
İkinci temsilin hülasası:
Münafık, âlemin bütün eczasını musibetleriyle ona haykıran, belalarıyla onu tehdit eden, olaylarıyla ona bağıran, felaketleri onu her taraftan kuşatan bir şekilde görür. Sanki bütün varlıklar ona düşmanlıkta ittifak etmiş, böylece faydalı şeyler de zararlıya dönüşmüştür.
Bu durum, -daha önce de geçtiği gibi- nokta-i istinad ve nokta-i istimdadın olmayışındandır. İşte, bu durumda olan münafığın hali, iman vasıtasıyla kâinatın tesbihlerini ve müjdelerini işiten mü’minin haline elbette kıyas edilmez.
Temsilin tekrarı, münafıkların iki kısma ayrıldığına imadır. Onların bir kısmı süfli, âmi tabakadır, birinci temsille bunların hali anlatılmıştır. Bir kısmı da mütekebbir, mağrur tabakadır, ikinci temsille de bunların hali anlatılmıştır.
Muhataba nazaran temsilin bu makama münasebeti şudur: Çöl insanı olan Kur’an'ın saff-ı evvel muhatapları, sahrayı bir yatak, semayı üzerlerine bir çadır yapıyorlardı. Onlardan her biri, ayette tasvir edilen durumu ya bizzat görmüş veya diğer insanlardan işitmişti. İnsanlar genelde böyle bir tasvire yabancı değildi. Böyle bir tasvir, darb-ı mesel gibi tesir ediyordu.
Bunun birinci temsille münasebeti son derece açıktır. Pek çok ortak noktalara sahip olmakla birlikte, ona bir tetimme ve tekmile gibidir.
Temsilin münafıklara bakan yönü beş cihetledir:
1. Hem temsilde, hem münafıkların halinde bütün kurtuluş yollarının kapanması ve bütün halas sebeplerinin kaybolmasıyla son derece şaşkınlık vardır.
2. Münafık, bütün varlıkları kendisine düşmanlıkta ittifak etmiş zanneder. Her dakika hayatını sona erebilir görmekten kaynaklanan aşırı derecede korku içindedir.
3. Getirilen temsilde, aklı bozacak, onu hiç bir şey anlamaz hale getirecek şiddetli dehşet vardır. Birinin kılıç parıltılarını görüp, gözünü yumarak korunmaya çalışması veya kurşun seslerini duyup kulağını tıkayarak kurtulmak istemesi veya güneşin batmasını istemeyen biri, felekleri çeviren çarkın dönmemesi için kendi saatinin çarkını durdurması gibi… Çünkü kulak tıkamakla yıldırıma engel olunamaz. Onlar gözlerini yummakla, yakıcı şimşek onlara acımaz… Buradan, onların hiç tutunacak dalları kalmadığı görülür.
4. Güneş, yağmur, ziya ve su, çiçek ve bitkilerin hayat kaynağı olmakla beraber, onlardan ölü olanların ve kazurat haline gelenlerin kokuşmasına da sebep olurlar. Benzeri bir şekilde rahmet ve nimet, kendilerine yaraşır, onların kıymetini bilen bir yer bulmadıklarında zahmet ve nikmete dönüşür.
5. Parçalarına, ayrıntılarına dalmadan, bir bütün olarak bakıldığında münafıkların haliyle temsil arasında bir tenasüp olduğu gibi, parçaları arasında da münasebetler vardır.
Mesela, yağmur bitkilerin hayatına sebeptir, İslâmiyet de ruhların hayatına…Şimşek ve gök gürültüsü vaad ve tehdide işaret eder. Karanlıklar ise küfrün şüphelerini ve nifakın şeklerini gösterir.
Allah, küfre düşenlerin içinde bulundukları dehşeti örneklerle anlatarak, imana girmeleri için teşvik etmektedir.
Not: Geniş bilgi için bk. Nursi, İşaratü’l-İcaz (Arapça); Heyet, Kur’an Yolu; Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, ilgili ayetlerin tefsiri.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet