Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, Âyetü’l-Kübra Risalesi adlı tefekkür şaheserinde, ‘kâinattan Hâlıkını soran seyyah’ı en nihayeti Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ile tanıştırır ve O'nun bir mucizesi olarak ‘mebde ile müntehayı buluşturması’na, yani ‘ilk yapıp en mükemmel yapması’na dikkatleri yöneltir.
Âyetü’l-Kübra’da dile gelen bu Peygamber mucizesi, onun peygamberliğine delil olduğu gibi, hepimiz için bir hayat dersi de içerir: Mebde ile müntehayı birleştirmek, ilk yapıp en mükemmel yapmak Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın mucizesi ise, demek ki, biz sıradan kulların nasibine düşen, ‘mebdeden müntehaya’ doğru yol almak, yapa yapa, deneye öğrene en güzele, mükemmele ulaşmaktır.
Sözün kısası, bizler, ilk yapıp en mükemmel yapanlardan değiliz. Hz. Peygamber hariç kimse o durumda değil zira…
6-8 Nisan tarihleri arasında Mardin’de Artuklu Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleşen Münazarat Sempozyumu hakkında izlenim ve düşüncelerimi aktarmaya niyet ettiğim bir yazıya bu kaydı düşerek başlama ihtiyacı hissettim. Böyle bir ihtiyacı hissettim; çünkü, çok önemli bir dönemeç olan bu ‘ilk’ için takdir ve teşekkürlerimi ifade etmekle birlikte, bu ‘ilk’in daha iyi yenilere bizi götürmesi için görebildiğim aksama ve eksiklere de kısmen değineceğim bir yazı şu an yazmakta olduğum.
Gelin görün ki, olan şeydeki güzelliği takdirin yanında daha iyinin olması için gördüğü zafiyetleri de dile getirmek, bizim kültür iklimimizde ne yazık ki pek kabul görmüyor. Bunun, ‘mebde’den ‘münteha’ya yolculuk için bir katkı olduğu ne yazık ki düşünülemiyor. (Uzun yıllar önce, yine Risale-i Nur üzerine bir sempozyumda gördüğüm aksamalar üzerine yazdığım bir yazının bazılarınca şahsıma ve hatta bana yakın gördükleri kişilere karşı nasıl bir ‘kan davası’na dönüştürüldüğünü bizzat tecrübe etmiş olarak bu satırları yazıyorum.)
Bu girizgahtan sonra, Münazarat Sempozyumu’na gelirsek: Daha önce de, hepsi Rum suresinin işaretiyle ‘Allah’ın âyetlerinden bir âyet’ olan ayrı ayrı dillerin varlığının bir veri olarak kabul edilmesi gerekirken Kürtçe’nin bir dil olarak varlığının dahi bir dönem reddedildiği bu ülkede esasen Kürtçe’nin de bir dil olarak kabul ve saygı görmesi gibi hayırlı bir amaca matuf ‘Yaşayan Diller Enstitüsü’nü kurarak adından söz ettiren Mardin Artuklu Üniversitesi, bu sempozyumla da bir ‘ilk’e imza atmış oldu. Çok değil, on yıl öncesine kadar Türkiye’de bir akademisyenin bir kitabında Bediüzzaman’a atıfta bulunmasının veya konusu Bediüzzaman olan bir tebliğ sunmasının akademik yükselmesinin durdurulmasından üniversiteden atılmaya, hatta ünvanını geri almaya kadar bin türlü ‘ceza’ya müstahak bir cürüm olarak görüldüğü bu ülkede, ilk defa bir devlet üniversitesi, Bediüzzaman Said Nursî hakkında bir sempozyum tertipledi. Tek başına bu ilk, Türkiye’de önce zihinlerde, sonra fiiliyatta vurulmuş prangaların kırılması açısından önemliydi. Bu anlamda, Münazarat sempozyumu ile Türkiye, normalleşme ve gerçek anlamda demokratikleşme yolunda önemli bir merhaleyi aşmış oldu demek abartı olmaz.
Dolayısıyla, tek başına bu sonuç için bile, Mardin Artuklu Üniversitesi ile birlikte sempozyumun sorumluluğunu üstlenen Akademik Araştırmalar Vakfı ve Risale Akademi’ye tebrik ve teşekkür borçluyuz.
Sempozyumun Türkiye’nin her tarafından ve Diyarbakır-Mardin hattından çok geniş bir katılım olmasına, her biri yaklaşık bin kişiyi ağırlayan iki salonun sempozyum boyunca dolup taşmasına karşılık, herhangi bir nahoş olay yaşanmadan, tam bir nezahet ve nezaket içinde başlayıp bitmesi de, ayrı bir güzellikti. Farklı fikirlerin, bir çatışma üslubuna dönüşmeden kendini ifade etme ve müzakereye açma imkanı bulması da… Ayrıca, bir kısmı bu sempozyum vesilesiyle Diyarbakır ve Mardin’e gelen birçok katılımcı ve izleyicinin bölge gerçeğine, hele ki bölge insanına dair o güne kadar oluşmuş birçok önyargısı parçalanmış halde, çok olumlu izlenimlerle evine dönmüş olduğunu umuyorum. Kendi namıma, sempozyumun görünmez kahramanları durumundaki görevli genç arkadaşları kurmuş oldukları ilişkinin kalitesi kadar, inisiyatif alma, alternatif üretme ve çözüm bulma yetenekleriyle de yad etmem gerekiyor. Onlara da, onların o şekilde yetişmesini sağlayanlara da gönül dolusu teşekkür ediyorum.
İlerleyen satırlarda, aynı anda iki ayrı salonda ilerleyen müzakereler hakkında, ilk elden izlenimlerimi ve ikinci elden duyumlarımın bende hasıl ettiği kanaatleri aktaracağım. Sempozyumda dile getirilen düşüncelerin tamamına vakıf olmak, bir katılımcı için mümkün değildi; çünkü en başta aynı anda iki salonda olamama gibi fiziksel bir engel vardı karşımızda. Ayrıca, sempozyumun daha geniş bir ‘temsil’ yeteneğini sahip olması kaygısıyla olsa gerek, tebliğci sayısının yüksekliğini de, bu vesileyle zikretmek gerek.
Neticede, sempozyumda dile gelen bütün düşüncelerin tam bir değerlendirmesi veya bu düşüncelerden bir öz ve özet devşirilmesi, ancak bütün bu tebliğ ve müzakerelerin iki kapak arasında biraraya gelmesiyle mümkün olabilecek. Bununla birlikte, belli yaklaşımların bariz şekilde öne çıktığını da görebiliyoruz.
Bu çerçevede bir özetleme yapacak olursak:
(1) Münazarat Sempozyumu’nun alt başlığının ‘Milliyet Fikri ve Kürt Meselesi’ olarak seçilmesi, kanaatimce, Münazarat’ta yapılmak isteneni tam olarak yansıtmaktan uzak ve ciddi ölçüde indirgeyiciydi. Güncelliği devam eden bir tartışma konusu üzerinden konunun daha fazla dikkat çekmesi için bu alt başlığın düşünüldüğü şeklinde bir hüsnüzanna sahibim. Ancak, bu alt başlık “azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi” olarak yazılmış Münazarat’ın, birbirinden ayrılmaz bu üç vasfından ilk ikisi önemli ölçüde göz ardı edilerek yorumlanması sonucunu getirdi endişesini taşıyorum. Bediüzzaman’ın bu kıt’adan kasdının Asya olduğunu, yine Bediüzzaman’ın Asya’yı sıklıkla İslâm âlemiyle eşanlamlı olarak kullandığını biliyoruz. Buradaki şanlı ama talihsiz devletin, Osmanlı olduğunu da biliyoruz. Dolayısıyla, Bediüzzaman daha en başta Münazarat’ın sadece ‘değerli sahipsiz bir kavim’ olarak Kürtlerin değil, aynı zamanda İslâm dünyası, Osmanlı ve Kürtlerin reçetesi olduğunu; yani Münazarat’ı bir kavme veya bir bölgeye mahsus anlamanın onu eksik ve hatta yanlış anlamak anlamına geleceğini bize ima etmiş oluyor. Ancak, benim izleyebildiğim kadarıyla, Münazarat’ı bu bütün içinde değerlendiren tebliğ sayısı az, Münazarat’ı münhasıran ‘Kürt meselesi’ bağlamında ele alan tebliğ sayısı daha fazlaydı. Bunu bir problem olarak görüyorum.
(2) Bu durumla birebir alâkalı bir diğer problem, Münazarat’ın aynı tarihte yazılmış Hutbe-i Şamiye ve Muhakemat, hatta yine o tarihte yayınlanmış Divan-ı Harb-i Örfî ile bir bütün olarak ele alınması noktasında da bir za’fiyetin varlığıydı. Halbuki, Münazarat’ın daha en başında Bediüzzaman, ‘iki mekteb-i musibet’in ve iki ‘rıhlet’in, yani biri yazdan kışa, diğeri kıştan bahara iki yolculuğun eseri olarak bu dört telifata dikkat çekerek, bunlar arasındaki irtibata ve bütünlüğe işaret eder. Münazarat’ın içindeki bazı bahisler ile Hutbe-i Şamiye ve Muhakemat içindeki bazı bahislerin birebir aynı olması da bu bütünlüğün bir diğer göstergesi. Ama bu eserler arasındaki bütünlük, sempozyumda vurgulanan bir husus olamadı. Münazarat, büyük ölçüde diğerlerinden bağımsız ve büyük ölçüde münhasıran bölgeye veya Kürtlere mahsus olarak yorumlandı. Bunu da, aşılması gereken bir zihinsel ve belki de psikolojik engel olarak görüyorum.
(3) Hz. Peygamberin Veda Haccında ümmetine öğrettiği bir ders, asabiyetin her türlüsünün mü’minlerin ayaklarının altında olması gereğidir. Ama tebliğlerin belli bir kısmından ve tebliğlere sorulan sorular ile alkışlanan sözlerden anladığımız kadarıyla, çift taraflı bir asabiyet Risale-i Nur camiası içinde pek de satıhlarda durmuyor. Bir veya başka bir milliyetçilik adına ‘pozitif ayrımcılığa’ gitmeden, milliyetçiliğin ve asabiyetin her türlüsünü ayağının altına alabilen bir iman ve insan kardeşliği anlayışının en başta ehl-i Risale arasında aklî ve kalbî düzlemde yerleşebilmesi için epeyce çaba sarfetmemiz gerekiyor. Bu vâkıayı gözardı eden yaklaşımlar benimseyecek olursak, çift yönlü savrulmalar yaşamamız kuvvetli bir ihtimal olarak karşımızda duruyor.
(4) Bu ülkede Kemalizmin ve CHP zihniyetinin mağdur etmediği toplum kesimi herhalde yoktur. Ancak, Kürtlerin daha da büyük bir mağduriyete maruz kaldığı bir realitedir. Bununla birlikte, bazı tebliğcilerde acıları adeta kiloya vurarak dengelemeye çalışma gibi yanlış bir tutum gördüm. Bunu asla doğru bulmuyorum. Ancak, yaşanan mağduriyet ve mazlumiyetten Kürt milliyetçiliğine prim verir bir asabiyet üretilmesini de doğru bulmuyorum. Bu mağduriyet ve mazlumiyetin bir simgesi olarak Bediüzzaman’ın bir bütün olarak, özellikle Yeni Said olarak hayatından özellikle Kürt kökenli mü’minlerin, hâlâ daha alacakları dersler ve ölçüler olduğunu düşünüyorum.
(5) Akademik bir toplantıda geniş bir katılımın bir heyecan ve coşku hâlesi oluşturmakla birlikte, müzakerenin sıhhatine zarar verdiğini, ‘tribünlere konuşma’ gibi bir zafiyeti beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Sempozyumlar, ‘ilim ve hikmet’ gösterilmesi gereken mekânlardır; ‘gövde gösterisi’nin mekânları olarak anlaşılmasına müsaade olunmamalıdır. Sempozyumda bazı isimler bir bütünlük, insicam, hatta akl-ı selimden mahrum halde sloganik cümlelerle örülü konuşmalar yapmışlarsa, bir sebebi de bu durumdur diye düşünüyorum.
(6) “Devletin şefkat eli kırılsın” şeklindeki bir cümlenin sempozyumda kabul görüp çok tekrarlanmasını anlayabilmiş değilim. Risale-i Nur ehli insanların, Risale-i Nur bize bir Kur’ânî bakış ve üslup kazandırıyor olduğuna göre, en başta Tebbet sûresindeki “Ebu Leheb’i eli kurusun” âyetini üsluplarına taşımaları; oradaki ifadenin ‘kırılsın’ değil ‘kurusun’ olmasındaki dersi çoktan almış olmaları beklenirdi. Bu bir yana, Bediüzzaman’ın Muhakemat’ın en başında, daha ilk satırında zikrettiği üç esma-i hüsna, Hâkim, Hakîm ve Rahmân’dır; ve Allah’ın bu üç ismini zikrederken Bediüzzaman, ‘merhamet’in ‘hikmet-i hükûmet’in bir lâzımı olduğu dersini de vermektedir. Yine Bediüzzaman’ın, vücub-u zekatın hikmetini anlatırken defalarca tekrar ettiği husus, ‘havastan avama şefkat ve merhamet, avamdan havasa hürmet ve itaat’tir. Bu referans noktalarına karşılık, böyle ‘şiddet yüklü’ bir ifade kalıbının kabul görmesi ve tekrarlanması, benim için hayret vericiydi.
Devletin anamızın sütü gibi helal olan haklarımızı adeta lütuf dağıtır gibi vermesine itiraz etmek, elbette hakkımızdır. Ama bu itirazın ifade kalıbı, “Devletin şefkat eli kırılsın” değildir. Böyle bir ‘kırıcı’ yaklaşımın, Risale-i Nur dilinde bir karşılığı yoktur. Ama böyle bir yaklaşım, adresi malum “Hak verilmez, alınır” mantığını çağrıştırmakta; içinde çatışmacı bir potansiyel taşımaktadır.
(7) Bediüzzaman’ın “Münazarat”ı üzerine bir sempozyumda, kimi adres gösterdiği anlaşılır biçimde bir kişi nasıl “Birinin hain gördüğü, öbürünün kahramanı olabilir” cümlesini kullanabilir ve böyle bir cümle nasıl alkış alabilir, hâlâ daha anlayabilmiş değilim.
(8) Bediüzzaman yüz yıl önce, üç dilli bir eğitimi açıkça ifade ederken, Kürtçe’nin önündeki asırlık engellerin ciddi bir negatif enerji birikimine yol açtığı görülüyor. Kürtçe’nin önündeki engellerin az bir kısmı kaldırıldı, diğerlerinin de kaldırılması için tutarlı ve kararlı bir yol haritasının gerekli olduğu sempozyumda da görülüyordu.
(9) Bediüzzaman, Münazarat’ında ‘istibdad’ ve onun bir türü olarak ‘vesayet’ anlayışı üzerinde ısrarla durur ve ‘hürriyet’ ile onun bileşkesi olarak müzakere, murakabe ve meşvereti olmazsa olmazımız olarak gösterir. Buna karşılık, Risale-i Nur dairesinin dahi ‘vesayet’e açık bir dizi yapılanma içeriyor olduğu bir vâkıadır ve Risale-i Nur hizmetinin de ‘sivilleşmesi’ ve ‘demokratikleşmesi’ Münazarat’tan alacağımız bir ders durumundadır. O halde, eski veya yeni, adı konulmuş veya konulmamış, her türlü vesayet aşılmalı; yerlerine yenilerinin ikamesi gibi ölümcül bir hatadan da kesinlikle uzak durulmalıdır…
(Not: Sempozyumda yaptığım sunum üzerine notlarımı ayrıca aktarma niyetindeyim. Sonrasında, 23 Mart’tan 8 Nisan’a yaptığım ve Bediüzzaman’ı konuştuğumuz seyahatlere dair genel gözlemlerimi yazacağım.)