6-8 Nisan 2012 tarihlerinde, Mardin Artuklu Devlet Üniversitesinde düzenlenen sempozyumda bir ilk yaşandı diyebiliriz. Ben de o sempozyumda Medresetü’z-Zehra ile ilgili bir tebliğ sunmuştum. Öncelikle sempozyumun hazırlanmasında emeği olan Üniversite rektörüne, rektör yardımcısı merhum Gürbüz Aksoy hocaya ve İsmail Benek beye teşekkür etmek gerekir. Allah razı olsun.
Bir şölen havasında geçen sempozyum gerçekten de bir ilkti; çünkü 35 yıl hapis ve sürgün hayatı yaşayan bir İslam âliminin Münazarat adlı eseri bilim adamları tarafından etraflıca tartışıldı. İkinci önemli husus da bir oturumun, Bediüzzaman’ın kahraman talebelerine tahsis edilmiş olmasıydı. Kahraman diyorum, çünkü Bediüzzaman’a talebe olmak öyle kolay bir iş değildi. Bu yüzden denilebilir ki, “Bediüzzaman’ın talebesi” deyimi, aslında simgesel bir kahramanlık da ifade ediyor. Kefenini boynuna takıp ölümü hakir gören bir allameye talebe olmak aynı zamanda ölüme meydan okumak anlamına gelmez mi?
Evet, sempozyum oturumunda bir araya gelen Abdullah Yeğin, Said Özdemir ve Abdulkadir Badıllı’nın hayatlarına baktığımız zaman, ölüme meydan okuyan birer kahraman olduklarını görürüz. Çünkü gençliklerini, makamlarını ve bütün mameleklerini Kur’an davası için feda etmişlerdir. Ve bu dünyada hiçbir şeye sahip olmadan vefat edip gittiler. Allah cümlesine rahmet eylesin.
Bediüzzaman, 1925 yılından itibaren 1960 yılında Urfa’da vefat edene kadar hapis ve sürgün hayatı yaşadı. İlk kez bir devlet üniversitesinde [Mardin-Artuklu Üniversitesinde] Bediüzzaman’ın görüşleri tartışılmaya başladı. Yine ilk defa bir devlet Üniversitesinde Bediüzzaman ve Risale-i Nur Sempozyumu yapılmış oldu.
İlkler bununla da sınırlı değildi; ilk defa bir devlet üniversitesi rektörü, Bediüzzaman’ın talebelerini sempozyuma davet etti ve açılış konuşmasında onlara saygı ve hürmetlerini bildirdiğini ifade etti.
Yine ilk defa bir devlet üniversitesinin Rektörü, üstadın talebelerinden oluşan bir oturum tertip etti ve oturuma bir profesör başkanlık etti. Yine ilk defa profesör olan bir oturum başkanı tarafından, Üstadın talebelerinden Abdullah Yeğin’e, “Ağabey konuşma sırası sizde, buyurun. Konuşman için sınırlama yoktur” denildi. Abdullah Yeğin ağabey Üniversite kürsüsünde “Bismillah” diyerek Üstadın ırkçılık ve milliyetçilik hakkındaki 26. Mektubundan ders yaptı.
Yine ilk defa bir devlet Üniversitesinde konuşan Üstadın talebelerinden Abdulkadir Badıllı, Kürtlerin Araplar ve Türkler gibi farklı bir kavim olduklarını, bugüne kadar birçok insanî haklardan yoksun bırakıldıklarını ve bu hakların mutlaka kendilerine verileceğini açıkça ifade etti. Badıllı Ağabey’in konuşması dikkat çekiciydi. Özetle şöyle dedi:
“Üstad İstanbul’a ilk geldiği sıralarda hem Türkçe hem de Kürtçe bir gazetenin çıkarılmasını için önayak olmuş, hatta kendisi o gazetede Kürtçe ve Türkçe bazı makaleler neşretmişti. Üstad hiçbir zaman Kürt olduğunu asla inkâr etmemiş ve “Kim ki babasını inkâr ederse kâfir olur” hadisini dikkate almıştır. Üstadın milliyetçilik hakkındaki görüşü özetle şöyle: “Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başına bir millettir. Kimin himmeti kendi nefsi ise, [yani diğerkâm değilse], o kimse insan değildir.”
Badıllı ağabey, daha da ilginç bir şey anlattı: “Şeyh Said hadisesi denen olay, tamamen bir provokasyondur. Namuslarına karşı hassas olan Kürtlerin namusuna dil uzatıldığı takdirde bunu asla kabul etmeyeceklerini ve kim olursa olsun, namuslarına dil uzatanları öldüreceklerini bilenler böyle bir olay tertip edip iki jandarmanın öldürülmesini sağladılar. Olay bundan ibarettir. Bugüne kadar Kürt meselesi için 500 milyar dolar harcandı. Eğer Türkiye Cumhuriyeti devleti ve PKK teröristleri üstadı dinleselerdi, PKK bir tek jandarmayı öldüremeyeceği gibi, devlet de bir tek Kürdün öldürülmesine izin veremezdi.”
“Çünkü Üstad ayırımcı değildir. Kürtleri Türklerden ayırmak gibi bir derdi yoktu. Biz Kürtlerin hayatının saadeti, Türklerin hayatının saadetinden neşet eder” diyen bir Üstad ayırımcılık yapabilir mi? Bir zamanlar bazılar benim için de, “Abdulkadir Badıllı Kürtçüdür” dediler. Hakkımda su-i zanda bulunan bu insanları Allah’a havale ettim. Çünkü ben hayatımda hiç Kürtçülük yapmadım ve yapmam. Ben sadece Kürtlerin de gasp edilmiş bazı haklarının olduğunu söyledim. Üstadımın müsaade etmediği hiçbir düşünceyi ne söyledim ne savundum.”
“Bir hususu daha açıklığa kavuşturmak gerekir: Zaman zaman bazı müfsit kimseler “Risale-i Nur, Üstadın talebeleri tarafından değiştirilmiştir. Kürdî kelimesi yerine, Nursî, Kürdistan ifadesi yerine, Vilayat-i Şarkiye tabirleri konmuştur” dediler. Bu iddia bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü dikkat çekmesin ve nur talebelerinin başları, boş yere derde girmesin diye, bu kelimeler bizzat Üstad tarafından değiştirilmişlerdir. Hatta kendisi, “İki Mekteb-i Müsibet” adlı kitabında yer alan “Biz ki Kürdüz, bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz” ifadesini “Biz ki hakiki Müslümanız” şeklinde değiştirdi.”
Konuşma sırası Üstadın talebelerinden Said Özdemir abiye gelince oturum başkanı, “Buyurun Said Abi, konuşma sırası sizdedir” dedi. Said Abi konuşmasında özetle şöyle dedi: “Ben Medine’ye yerleşmek üzere Üstadımdan izin almaya gittim. Üstad bana: “Niçin Medine’ye gidiyorsun?” dedi. Ben de: “Üstadım, zaman kötü ve çocuklarımın bozulmasından korkuyorum” dedim. Bunun üzerine Üstad: “Bak kardeşim, ben Mekke ve Medine’de de olsaydım vallahi buraya gelirdim. Türkiye âlem-i İslam’ın kalbi, kapısı ve anahtarıdır” dedi ve beni gitmekten vazgeçirdi.”
“Üstad daha sonra, Sözler adlı eserini yeni harflerle bastırmak için bana görev verdi. Ayrıca yanındaki paradan 1200 lira daha verdi. O zaman için iyi bir paraydı. Biz ağabeylerle Sözler’i bastırdık ve Üstada götürdük. Üstad: “Bu kitabın fiyatı nedir?” dedi. Ben: “25 liradır Üstadım” dedim. Üstad hemen cebinden 25 lirayı çıkardı ve bana verdi. Ben: “Üstadım, zaten sizin verdiğiniz parayla bastırdık. Artık niye para veriyorsunuz?” dedim. Ama Üstad “Olmaz, o ayrı bu ayrı” dedi, parasız kitap almayı kabul etmedi. Sonra SÖZLER’i eline alıp Allah’a şükretti.”
Mekânları cennet olsun.