Harran Üniversitesi kurucu rektörü Prof. Dr. Servet Armağan 1992 yılının Kasım ayında, Şanlıurfa’da rektörlük görevine başladı. Göreve başlayalı henüz bir yıl bile olmamıştı ki, 1993 yılının mayıs ayında beni çağırdı. Hemen rektörlük makamına çıktım; “Buyurun Hocam” dedim. Masanın üzerinde paketlenmiş kitaplar gözüme ilişti. Rektör bana, “Otur bakalım, sana bir görev vereceğim” dedi. Heyecan içinde oturdum; bir tarafta da masa üzerinde paketlenmiş kitaplara bakıyordum. “Mufassal Tarihçe, Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları” gibi kitapları görünce heyecanım daha da arttı. Kitaplar neden burada diye merak etmeye başladım. Servet Armağan Hoca şöyle dedi:
“Dün üniversite yönetim kurulunu topladım; kurulda Abdülkadir Badıll’ya fahri İlahiyat doktorası, Yazar Ömer Okçu’ya [Hekimoğlu İsmail] da fahri Edebiyat doktorası payesinin verilmesini kararlaştırdık. Şimdi sen Abdulkadir Badıllı’nın kitaplarını alacaksın, fakülteye gidip dekanınla görüşecek ve bir jüri oluşturacaksınız. Bu jüri üyeleri kitaplar hakkında birer rapor yazacak; biz de bu raporlara istinaden fahri doktora unvanını vereceğiz. Fen Edebiyat Fakültesi de Ömer Okçu için jüri hazırlayacak.”
Ben de, “Gerçi Abdulkadir Badıllı’nın fahri doktoraya ihtiyacı yoktur ama sizin takdiriniz ona ayrı bir şeref katar” dedim. Servet Hoca, “Ben Abdulkadir Badıllı’yı çoktan tanıyorum. Onun kadar fedakâr, gün geçtikçe ilmî kapasitesini geliştiren ve Kur’an hizmetinde fakirlik ve hapis dâhil her türlü çileyi çeken başka birisini bilmiyorum. Doğru; onun doktoraya ihtiyacı yoktur ama birkaç doktorayı hak edecek kapasitede bilimsel kitaplar yazmıştır” dedi. Sonra kitapları alıp Fakülteye döndüm.
İlk olarak Fakülte dekanı merhum Prof. Dr. İbrahim Canan Hoca ile istişare ettim. Hoca duyduğu haberden çok mutlu oldu ve şöyle dedi: “Rektörlüğün aldığı bu karar üniversite için bir yüz akıdır. Çünkü Abdulkadir Badıllı’nın sadece Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları adlı devasa kitabı bile en az iki doktora kadar değerlidir. Ben hadis profesörüyüm; itiraf etmeliyim ki, böyle bir çalışma yapmayı göze alamazdım. Binaenaleyh Abdulkadir abi böyle bir doktorayı çoktan hak etmiştir. Malum fakültemizde benimle birlikte iki profesör vardır. Sen doçentsin. Bir doçent daha vardır. Birkaç tane de yardımcı doçent vardır. Jüride görev alacakların en az doçent olması iyi olur. Sen hocalarla görüş, jüride görev almayı kabul ederlerse Fakülte yönetim kurulunda kararlaştıralım.”
Ben de hemen hocalarla istişarede bulundum. İbrahim Canan dışındaki profesör hocama gittim, “Hocam, sizi böyle bir jüriye yazalım mı?” dedi. Hoca, “Hocam çok özür dilerim, çok meşguliyetim vardır; beni yazmasanız daha iyi olur” dedi. Hoca biraz yaşlıydı. Böyle jürilerde görev almak istemiyordu. Yaşından dolayı da ona fazla ısrar edemedim ve benim gibi doçent olan arkadaşın yanına gittim. Doçent arkadaşla samimiyetim vardı. Durumu kendisine anlattım ve bir takım kitabı önüne koydum.
Arkadaşım kitaplara baktı ve, “Bunlar nedir böyle?” dedi. Ben üniversitenin fahri doktora ile ilgili kararını anlattım. Rektör, İlahiyat fakültesinde oluşturulacak bir jürinin Abdulkadir Badıllı’nın kitapları hakkında rapor yazmasını istediğini söyledim. Doçent arkadaşım kitaplara şöyle bir baktı ve, “Ya bu iş benim kafama yatmadı. Henüz yüksek lisans programlarını bile başlatmamış bir üniversitenin kalkıp başkalarına fahri doktora payesi vermesi doğru mudur? Böyle bir şey dünyanın neresinde görülmüştür?” dedi ve daha başka şeyler de söyledi.
Ben durumu izah ettim ve, “Hocam, burada önemli olan bir üniversitenin yüksek lisans ve doktora programlarını başlatmış olması değil, önemli olan Üniversitenin bulunduğu kentte fahri doktoraya layık şahsiyetlerin bulunmasıdır. Gördüğümüz kadarıyla Abdulkadir Badıllı’nın yazdığı bu eserler bir değil, birkaç doktora payesini hak edecek seviyededir. Bu da hem kentimiz hem üniversitemiz için bir iftihar vesilesidir” dedim. Arkadaşım, “O size göre böyledir. Ama bana göre böyle değildir. Çünkü bu kitaplar bilimsel değildir ve taraflı yazılmış kitaplardır” dedi. Ben, “Peki, bu kitapları okumadan yazarı hakkında bu şekilde konuşmanız bilimsel midir? Sen okumadığın kitaplar hakkında nasıl böyle konuşabiliyorsun?” dedim. Arkadaşım başını önüne eğdi ve bir müddet sustu, bir şey diyemedi. Sonra, “Ya kardeşim, doğrusunu istersen Abdulkadir Badıllı tescilli bir nurcudur; ben onun hakkında müspet bir rapor yazarsam ne profesör olabilirim ne de idari bir görev alabilirim. Bu yüzden jüride yer almak istemiyorum” dedi.
Arkadaşımla olan samimiyetime binaen kendisine, “Hocam, sana bir ay mühlet, önüne gelmiş şu kitapları oku; bir bilim adamı gözüyle kitaplar hakkında rapor yaz. Beğenirsen olumlu yazarsın, beğenmezsen olumsuz yazarsın, olur biter” dedim. Arkadaşım, “Hocam, ben olumsuz da yazamam. Olumsuz yazacak olursam bu kez nurcular peşimi bırakmaz. En iyisi beni jüriye koymayın lütfen” dedi. Bunun üzerine kendisine, “Ya hocam, bunun adını koyalım; sen hem hükümetten hem nurculardan korkuyorsun. Bu şekilde nasıl yaşayacaksın? Bir de okumadığın kitaplar hakkında kesin bir kanaat bildiriyorsun. Bakın ben daha önce kitapları okuduğum için, işin sonucundan endişe etmeden müspet rapor yazacağım” dedim.
Sonunda bir profesör, bir doçent ve bir yardımcı doçentten oluşan jüri raporlarını yazıp Rektörlüğe gönderdiler ve 1993 yılının Mayıs ayında Abdulkadir Badıllı’ya fahri doktora payesi verildi. Diplomasını almak üzere anons edildiğinde çok mahcup bir şekilde sahneye çıktı ve diplomasını Rektör Servet Armağan’ın elinden aldı. Allah Abdulkadir Badıllı ağabeye rahmet etsin; Prof. Dr. Servet Armağan Hocama da sıhhatli ve uzun bir ömür versin inşallah.