Rüyalar (4)
Bediüzzaman’ın Gördüğü Rüyay-ı Sadıka
(Rüyada Bir Hitabe)
Bediüzzaman, “Sünuhât” adlı risalesinde yer alan ve İslam’ın mukadderatını yakından ilgilendiren bir rüyasını tabir ederek anlatmaktadır. Şöyle der: “1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nûr arıyordum. Manen rüya olan uyanıklık halinde bulamadım. Hakikaten uyanıklık sayılan rüyayı sadıkada bir ziya gördüm.”
Bediüzzaman’ın rüya gördüğü tarih olan Eylül 1335, 1919 yılının Eylül ayıdır. Kendisi, “Zamanın hadiselerinin verdiği ümitsizlikten dehşetli mustariptim” ifadesiyle İslam topraklarının işgal edilmesine ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına vesile olan ve dört yıl süren 1. Dünya savaşını kastetmektedir. 1. Dünya savaşının getirdiği sıkıntılar o kadar büyük ve dehşetliydi ki Bediüzzaman o hadiseleri “kesif zulmet” (kapkaranlık) şeklinde ifade ediyor. Milyonlarca insanın ölümüne, bir o kadarının da yaralı ve sakat kalmasına sebep olan olaylar gerçekten hayatı kapkaranlık bir hale getirmiş ve herkesin ümitsizliğe kapılmasına sebep olmuştu. İşte Bediüzzaman olayların verdiği ümitsizlik içinde bir nur, bir teselli arıyordu. Ancak gerçek hayatta bulamadığı bu nuru, bu teselliyi rüyay-ı sadıka denilen doğru bir rüyada görmüştür.
Bediüzzaman’ın gördüğü rüya oldukça uzundur. Tafsilatı terk edip sadece kendisine söylettirilenleri yazdığını söylüyor. Dikkatle baktığımız zaman rüyayı dört başlık altında ele alabiliriz.
1) İslam’ın Mukadderatı
Bediüzzaman’ın İslam mukadderatiyle ilgili ifadeleri şöyledir: “Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi: "Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor." Gittim, gördüm ki münevver, benzerlerini dünyada görmediğim, selef-i salihinden ve her asrın mebusları içinde bulunan bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.”
Bu ifadeler, rüyada görülen bu toplantının, İslam’ın mukadderatını ilgilendirdiğinin açık ifadesidir. Toplantıda ayrıca, o güne kadar dünyada benzerlerini görmediği selef-i salihinden birçok zevatın ve her asrın müceddidi sayılan kişilerin yer alması, doğrudan İslam’ın geleceğini ilgilendiren bir durumdur. Belli ki bu mecliste Bediüzzaman’ın, hayatı boyunca uğruna çalışıp didindiği ve onun için her şeyini feda ettiği davasının geleceği tartışılacaktı. O da meclise davet edildiğine göre söyleyeceği şeyler çok önemlidir. Elbette bu meclis İslam âleminin geleceğiyle ilgili kararlar da verecektir.
Bediüzzaman’ın, “Hicab edip kapıda durdum” cümlesi, karakteri olan tevazua işarettir. Meclisin kapısında durunca onlardan bir zat, “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et” demiş. O da ayakta durmuş ve: “Sorun, cevap vereyim” demiştir. Bediüzzaman, meclise davet edilen asrın bir temsilcisi olarak teeddüben ve tevazu gereği ayakta durmuştur. Meclisin, “Sen de fikrini beyan et” şeklinde teklifine, daha önce gördüğü bir rüyada, Resûl-i Ekrem’in (sav) elini öpüp, “Kimseye soru sormayacağım” sözüne bağlı kaldığı için, “Siz sorun, ben cevap vereyim” sözüyle cevap vermiştir.
Diğer taraftan, meclisin Bediüzzaman’a hitaben “Ey felâket, helâket asrının adamı!” diye hitap etmesi yükünün ne kadar ağır, davasına sahip çıkacak adamların ne kadar az olacağına ve tebliğ vazifesini ahir zaman fitnesi içinde yerine getireceğine işarettir.
2) 1. Dünya Savaşındaki Mağlubiyetin Sebepleri
Meclisteki zatlardan birisi "Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?" şeklinde müthiş bir soru soruyor. Bediüzzaman bu soruya ikna edici bir cevap vererek özetle şöyle diyor:
“Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadetten felâket, felâketten de saadet çıkar. Kendisini âlem-i İslâm’a feda etmeye görevli kabul eden ve hilafete bayraktarlık yapan bu İslâm devletinin (Osmanlı’nın) felâketi; âlem-i İslâm’ın gelecekteki saadetiyle telâfi edilebilecektir. Zira şu musibet, hayatımızın mayası ve can suyumuz olan İslam kardeşliğinin inkişafını öncelikli hale getirmiştir.”
“Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Biz bu mağlubiyetle acil ve muvakkat bir saadet kaybettik fakat gelecekte sürekli olacak bir saadet bizi bekliyor. Çok cüz’î, geçici ve sınırlı olan şimdiki hali, geniş istikbal ile değiştiren zarar etmez, kazanır.”
Bediüzzaman’ın “Bazen saadetten felâket, felâketten de saadet çıkar” sözü, dünya ve İslam tarihini bilen herkes tarafından kabul edilir. Bu açıdan onun hayatında ümitsizlik yoktur. Çünkü ümitsizlik Müslümana yakışmaz. Nitekim Divan-i Harb-i Örfî adlı risalesinde “Yeis, mâni-i herkemâldir” der. Yani ümitsizlik bütün güzel şeylerin ve mükemmel işlerin önünde büyük bir engeldir. Allah da “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez"[1] buyurur. Bu ayette ümit rahmete, ümitsizlik ise zulmete ve rahmetten mahrumiyete benzetilmiştir.
İşte Bediüzzaman, ruhuna hâkim olan ümit ve müsbet hareket (iyimserlik) duygusu sayesinde, İslâm âleminin geleceğinin karanlık değil aydınlık olduğuna ve parlak bir geleceğin tüm Müslümanları beklediğine inanmaktadır. Bediüzzaman’ın bu inancını tasdik eden ahir zamanla ilgili çok sayıda hadis-i şerif de vardır. Bu inançla, hilafeti deruhte eden Osmanlı devletinin yıkılışının, İslam dünyasının gelecekteki seadetiyle telafi edileceğini ısrarla vurguluyor.
Meclisten birisi, “Bu söylediklerini zah et” demiş. Bediüzzaman özetle şu cevabı veriyor.
“Devletlerin ve milletlerin savaşı, sınıf savaşlarıyla yer değiştiriyor. İnsanlık esir olmak istemediği gibi karın tokluğuna çalışmak da istemez. Eğer savaşta galip olsaydık, düşmanımızın elindeki zalim medeniyet cereyanına, belki daha sıkı bir şekilde kapılacaktık. Hâlbuki o cereyan hem zalimce, hem âlem-i İslâm’ın tabiatına zıt, ehl-i imanın menfaatine aykırı, ömrü kısa ve parçalanmaya namzettir. Eğer o cereyana yapışsaydık âlem-i İslam’ı, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Ayrıca gaddar, vahşi ve şeriatın nazarında merdut olan bir medeniyetin himayesini Asya’da deruhte edecektik."
Gerçekten Bediüzzaman müthiş bir cevap vermiştir. Eğer biz 1. Dünya savaşından galip çıkar ve Türkiye Cumhuriyeti olarak değil de Osmanlı devleti ve bütün Müslümanların halifesi olarak bu vahşi Batı uygarlığına kapılsaydık bütün Müslümanlara örnek olacak ve onları yoldan çıkaracaktık. Ortada İslâm ahlakı ve din diye bir şey de kalmazdı.
3) Batı Medeniyetinin Özellikleri
Meclisten birisi, “Neden şeriat şu medeniyeti reddeder?” demiş. Bediüzzaman özetle şöyle diyor:
"Çünkü batı medeniyeti beş menfi esas üzerine kurulmuştur. Nokta-i istinadı kuvvettir. Kuvvet de saldırgandır. Biricik hedefi menfaattir. Bu da kavgalara yol açar. Hayattaki ana prensibi mücadeledir. Mücadele tartışmalara sebep olur. Kitleler arasındaki rabıtası, başkasını yutmakla beslenen ırkçılıktır. Onun sonucu ise böyle (1. Dünya savaşı gibi) müthiş çarpışmalardır. En cazip hizmeti, nefsî arzuları kamçılamak ve tatmin yollarını kolaylaştırmaktır. Bu ise, insanlığı meleklik derecesinden köpeklik derecesine indirmek ve insanın manen başka bir mahlûka dönüşmesine sebep olmaktır. Nitekim bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse insanın hayaline kurt, ayı, yılan, domuz ve maymun şeklinde görüneceklerdir.”
“Şu bir gerçek ki, Batı medeniyeti insanlığın yüzde seksenini sıkıntıya ve mutsuzluğa sevk etmiş, yüzde onunu zahiren süslü bir saadete çıkarmış, yüzde onunu da, ortada bir yerde bırakmıştır. Oysa asıl saadet odur ki, ya herkese ya da çoğunluğa saadet olsun. Böyle bir saadet, ancak insanlığa rahmet olan Kur'ân’ın hükümleriyle mümkün olabilir.”
“Üstelik bu medeniyetin sağladığı serbestçe arzuların peşinde koşmanın baskısıyla zaruri olmayan ihtiyaçlar zaruri ihtiyaçlar seviyesine çıkmıştır. Bu medeniyetten önce bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç hale getirmiştir. Sonuçta çalışma masrafa kâfi gelmediğinden, kişiyi hileye, harama sevk ederek ahlakı da ifsat etmiştir. Bu yüzden denilebilir ki, ilk çağların tüm vahşetini bu medeniyet bir defada kusmuştur. Gerçekten âlem-i İslam’ın şu medeniyete karşı çekincesi, soğuk davranması ve kabul etmekteki tereddüdü dikkate değerdir.”
Bediüzzaman Batı uygarlığının kuvvete dayandığını söylemekle çok önemli bir noktaya parmak basmıştır. 21. Yüz yılda, yani bu rüyanın görüldüğü tarihten 105 yıl sonra Batı uygarlığının geldiği noktaya baktığımızda konuyu daha iyi anlamış oluruz. 7 Ekim 2023 tarihinden beri altı aydır, o medeni ve demokrat sanılan Batı toplumu, ölüm kusan silahlarıyla 2 milyon Müslüman Filistinlinin sığındığı Gazeze’ye saldırmaktadır. Üstelik bu Müslümanların, kendilerini savunacak hiçbir savunma silahları yoktur. Bütün Batılı devletler, 2 milyon Filistinli Müslümanın İsrail’ın uyguladığı soykırımla yok oluşlarını seyretmekle kalmıyor, bütün güçleriyle İsrail’e destek veriyorlar. Kendi ülkelerinde yapılan İsrail’e yönelik en ufak protestoyu bile, bugüne kadar görülmemiş bir biçimde, acımasızca ve vahşice bastırıyorlar.
4) İslâm Medeniyetinin Özellikleri
Meclisten birileri, "Şeriat-ı ğarrâdaki medeniyet nasıldır?" diye sormuştur. Bediüzzaman bu soruya özetle şu cevabı vermiştir:
"Şeriat-ı Ahmediyenin (sav) emrettiği medeniyet ise [ki, medeniyet-i hazıranın inkişâından inkişaf edecektir] Batı medeniyetinin menfi esasları yerine müspet esaslar ortaya koymuştur. Şöyle ki: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın karakteri ise adalet ve dengedir. Hedefi de, menfaat yerine fazilettir Faziletin karakteri birbirine sevgi ve saygı duymaktır. Bütünleştirici yönü ırkçılık yerine, din, vatan ve sınıf rabıtalarıdır. Dinin karakteri, kardeşlik, dostluk ve başkasının saldırısına karşı sadece savunmada kalmaktır.
"Biz mağlûp olmakla mazlumların ve cumhurun cereyanına kapıldık. Başka insanların yüzde sekseni mazlumsa, bu oran Müslümanlarda yüzde doksan, doksan beştir. Evet, âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmıştır. Bununla beraber akıllı davranıp Batı medeniyetini İslâmî bir tarza çevirmeli ve kendine hizmetkâr kılmalıdır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.”
“İslam dünyasındaki kavgalar, İslam’ın inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Batıdaki kavgalar, İslam’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en etkili sebeptir; devam etmelidir.”
“Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: "Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır!"
Yine meclisten birisi soruyor: "Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Siz hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, kader şu mağlubiyet musibetine hükmetti? Zira umum halka gelen musibet, çoğunluğun hatasından kaynaklanır. Bir de hazırda mükâfatınız nedir?"
Bediüzzaman bu soruya özetle şöyle cevap veriyor:
“Bu musibetin sebebi üç mühim erkân-ı İslimiye’deki ihmalimizdir; namaz, oruç ve zekât… Zira Allah Taala, beş vakit namaz için yirmi dört saatten yalnız bir saati bizden istedi. Tembellik ettik. Allah da beş sene boyunca yirmi dört saat talim ve sıkıntılarla bize bir nev'i namaz kıldırdı. Ayrıca senede yalnız bir ay oruç tutmamızı istedi. Nefsimize acıdık; Allah kefaret olsun diye beş sene bize oruç tutturdu. Allah’ın bize ihsan ettiği malın onda birinden, ya da kırkta birinden zekât vermemizi istedi. Cimrilik yaparak zulmettik. Allah da bizden birikmiş zekâtları aldı.”
"Hazır mükâfatımıza gelince, günahkâr bir milletin beşte biri olan dört milyon insana, şehitlik ve gazilik vererek onları velâyet derecesine çıkardı. Müşterek hatadan kaynaklanan müşterek musibet, mâzi günahını sildi."
Yine meclisten birisi, "Peki, şayet bir âmir, hata ile insanları felâkete atmışsa?" dedi.
Bediüzzaman buna şu cevabı vermiştir: "Musibete duçar olan mükâfat ister. Ya yanlışlıkla felakete sevk eden amirin hasenatı kendisine verilecektir; o ise hiç hükmündedir. Ya da hazine-i gayp onun mükâfatını verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerin mükâfatı ise, şehadet ve gazilik derecesini vermektir.”
“Baktım, meclis tebrik etti. Heyecanımdan uyandım. Kendimi terli, el pençe yatakta oturmuş, buldum. O gece böyle geçti.”
Bediüzzaman, rüyanın hac konusunda durduğunu ifade ederek Hac farizasının öneminden ve ihmal edilişinden şöyle söz ediyor.
“Haccın ve ondaki hikmetlerin ihmal edilmesi musibeti değil, gazap ve kahr- ilahiyi celp etti. Cezası da, günahların affı değil günahların çoğaltılmasıdır.”
“Hiç şüphesiz Hac ibadetinde Müslümanların tanışmaları ve yardımlaşmaları tevhid-i efkâra ve teşrik-i mesaiye vesile oluyor.”
“İşte bu Yüksek İslamî siyasetin sağladığı geniş toplum maslahatının ihmal edilmesi milyonlarca Müslümanı düşmanın eline vererek onları İslâm’ın aleyhinde istihdam etmeye zemin hazırlamıştır.”
Bediüzzaman’a göre hac ibadetinin sağladığı birlik, yardımlaşma ve dayanışma İslam’ın yüksek bir siyasetidir. Hac ibadetinin bu yüksek faydaları artık sağlamıyor olması fakir Müslümanları düşmanlarımıza hizmetkâr hale getirmiştir. 20. Yüz yılda fakir Müslümanların iş bulmak için Batıya gitmeleri ve bu göçün hala devam ediyor olması Bediüzzaman’ın ne kadar haklı olduğunu gösterir. Ne yazık ki bu göç birçok Müslüman’ın dinini terk etmesine de yol açmaktadır.
[1] Yusuf, 12/87.