Hüsrev ağabey, 1899 senesinde Isparta’da doğdu. Soyu Hz. Ebû Bekir’e dayanmaktadır. Üstad Bediüzzaman Barla’ya sürgün edildikten sonra Hüsrev ağabey 1931 yılında, gördüğü bir rüya üzerine Üstadın yanına gitmiş, hizmet-i Nuriyede onun en önemli talebelerinden biri olmuştur. Hüsrev ağabey Eskişehir, Denizli ve Afyon gibi Risale-i Nur mahkemelerinde Üstad ile birlikte yargılandı ve hapse girdi.
Hüsrev ağabeyin Arabî hattı çok güzeldi. Bu sebeple Risale-i Nur’un Kur’an harfleriyle yazılıp neşredilmesinde büyük kahramanlıklar göstermiştir. Onun kahramanlığı, hayatı hakir görüp üstadının yerine vefat etmek derecesinde ileri düzeyde olduğunu biliyoruz. Nitekim Emirdağ’da Üstada zehir verildiği zaman, zehir Üstad’ın üzerinde çok ağır bir etki bırakmış; Hüsrev ağabey de üstadının yerine vefat etmek istemişti. Onun bu arzusunu duyan Üstad Bediüzzaman şunları yazmış:
“Risale-i Nur’un Kahramanı Hüsrev benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddi istiyor. Ben de derim: Şimdi telif zamanı değil. Şimdi neşir (Yazma ve dağıtma) zamanıdır. Senin yazın benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faideli ise, hayatın dahi hizmet-i Nuriye’de benim bu azaplı hayatımdan o derece faidelidir. Eğer benim elimden gelseydi hayatımdan ve sihhatimden size memnuniyetle verirdim.” (Emirdağ Lahikası)
Hüsrev ağabey aynı zamanda Türkiye’nin medar-ı iftiharı olan ve Üstad’ın işaret ve direktifleriyle yazılan Mucizeli Kur’an’ın da hattatıdır.
Merhum Mustafa Kılıç Hocamdan dinlemiştim; Afyon hapsi sadece Üstad için değil bütün Nur talebeleri için zorlu bir hapishane olmuştur. Başta Üstad olmak üzere, kışın soğuk günlerinde Afyon hapsine giren Nur talebeleri hep hastalanmışlardır. Hapishane Müdürü, Hüsrev ağabeyi cinayet mahkûmlarının ve gangsterlerin bulunduğu koğuşa gönderiyor. Orada yatanlar, Türkiye’nin birçok vilayetinden gelip cezalarını çekiyorlarmış. Hüsrev ağabey koğuşa girer girmez, cinayetten hüküm giyen koğuş sakinleri ona yer bile göstermemişler ve ona karşı çok ilgisiz davranmışlar.
Üstadın talebeleri üstatları gibi hakikatin peşinde oldukları için Hüsrev ağabey de seccadesini yere sermiş ve tam üç gün boyunca abdest ve yemek dışında seccadesinden hiç kalkmamış. Üç gün sonra bu durum, birçok adamın katili olan koğuş ağasının dikkatini çekmiş, Hüsrev ağabeyin yanına gelmiş ve “Hocam, ben dört adam öldürdüm. Şu, şu ve şu kötülükleri de yaptım. Benim için kurtuluş çaresi var mı?” diye sormuş.
Hüsrev ağabey, “Sen nerelisin?” demiş. Adam, “Hocam, ben Karadenizliyim” demiş. Hüsrev ağabey, “Karadeniz’e bir bardak su ilave etsek veya bir bardak su alsak, denizde bir azalma veya çoğalma olur mu?” Koğuş ağası, “Hayır, hiçbir azalma veya artış olmaz” demiş. Hüsrev ağabey, “Bak kardeşim, Allah’ın merhametinin yanında deniz bir damla gibidir. Eğer içten ve samimi bir şekilde tövbe edersen Allah hem affedici hem de bağışlayıcıdır. Üstelik Allah, ‘Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin’ buyuruyor” demiş.
Bunun üzerine koğuş ağası, “Tamam, hocam bundan böyle biz de senin gibi namaz kılacağız” demiş ve koğuş arkadaşlarına dönerek kendi üslubuyla, “Bakın beyler, bundan böyle herkes abdest alıp namaz kılacak. Çünkü Allah bizi affedecektir. Hocam bunu söylüyor. Hocama karşı da çok saygılı olacaksınız. Bundan sonra, saygısızlık, edepsizlik istemiyorum” demiş. Koğuş ağası ayrıca bütün döşekleri üst üste koymuş ve Hüsrev ağabeye, “Gel, ilk geldiğinde sana karşı gösterdiğimiz saygısızlığın cezası olarak sen bu döşeklerin üstünde üç gece yatacaksın. Biz de betonda yatacağız” demiş ancak Hüsrev ağabey ısrarlara rağmen nazik bir üslupla bu teklifi reddetmiş ve böyle bir şeyi asla kabul etmeyeceğini söylemiş.
Sonra Hakikaten de herkes koğuş ağasının sözünü dinlemiş ve günde beş vakit cemaatle Hüsrev ağabeyin arkasında namaz kılmaya başlamışlar. Daha da garibi, tesbihatı yaparken de “Ya Cemilu Ya Allah, Ya Karibu Ya Allah…” duasını da hep birlikte yüksek sesle söyleyerek koğuşu adeta inletmeye başlamışlar. Anlayacağınız koğuşta bulunan 15-20 kişinin çıkardığı ses ortalığı velveleye vermiş. Koro halinde yaptıkları dualar, ta kapalı kapılar arkasında bulunan müdürün odasına ve savcının kulağına kadar gitmeye başlamış. Hapishane idaresi durumu araştırmış, sesin cinayet mahkûmlarının koğuşundan geldiğini anlayınca şu ibretlik sözü söylemiş: “Ha, demek o hoca onları da zehirlemiş.”
Bu söz yine Bediüzzaman’ın fedakâr talebesi Zübeyir Gündüzalp’ın Afyon mahkemesinde yaptığı savunmada söylediği sözleri hatıra getirdi. Şöyle diyor:
“Savcı iddianamesinde diyor ki: “Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukàbil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise, bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevk etsin.”
“Biz Risale-i Nur talebeleri, iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeyi, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lûtf-u İlâhî biliriz.”
Bu sözleri, anacak kendisini üstadı için feda edecek derecede kahraman olan bir talebe söyleyebilir.
Ruhları şad olsun, mekânları cennet olsun.