Urfalı bir dostum anlattı; vaktiyle Yusuf Paşa camisinde imam olan bir hoca efendi, İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde maaşının azlığından şikâyetçi olur. Zira o dönemde ikinci dünya savaşı sebebiyle memurların maaşı azaltılmıştı. Mustafa Kemal döneminde orta derecedeki bir memur 65-75 lira alırken bu miktar Mustafa Kemal’in ölümünden hemen sonra 50-55 lira seviyesine inmişti. O zamanlar imam ve müezzinlik görevlerinde bulunanların maaşları, hazineden değil Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödeniyordu ve Türkiye’deki bütün memurların maaşından daha azdı. 1940-1950 yılları arasında bir öğretmen 40-50 lira maaş alırken bir imam yaklaşık 15-20 lira, bir müezzin de yaklaşık 7,5-10 lira civarında bir maaş alıyordu. Bu miktarlar, dönemin ekonomik şartlarına göre gerçekten de çok azdı.
Maaşın azlığı sebebiyle birçok insan özellikle bu görevlere talip olmak istememiş ve bu yüzden dini görevler birçok camide fahri olarak yürütülmüştür. Ya da herhangi bir iş yapamayan görme engelli vatandaşlar müezzinlik görevlerinde bulunmuşlardır. Yusuf Paşa camisinin 1940’lardaki imamı da, herkes gibi maaşından şikâyetçiydi. İçinde bulunan sönük bir ümitle, “Acaba Sayın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye bir mektup yazsam da bu dileğimi ona iletsem nasıl olur” diye düşünmeye başladı. Tereddüt içindeydi; önce ailesiyle istişarede bulundu; eşi, “Beni dinlersen bu adamdan bir hayır gelmez. Allah korusun bir de, reis-i cumhura mektup yazdı diye seni tevkif etmesinler!” dediyse de, hoca içindeki tereddütlü düşünceyi sıra gecesindeki samimi arkadaşlarıyla paylaştı. Arkadaşları “Valla ne diyelim hocam; yaz bir dilekçe istersen. Belki sana da, bize de faydası dokunur” dediler.
Sıra gecesi arkadaşları arasında muzip bir zat Hoca Efendiyi, ciddi bir şekilde mektup yazmaya teşvik ediyordu: “Hocam, edebiyatınız kuvvetli maşallah; bir an önce bu mektubu yazsanız iyi olur” diyordu. Maksadı, hocaya belli etmeden bir muziplik yapmaktı. Fakat Hoca Efendi endişeliydi “Acaba İsmet Paşa, bunca işleri arasında benim mektubuma cevap verir mi ki? Bir de hanımın dediği gibi bu adam böyle hayırlı bir iş yapar mı acaba?” diye endişelerini dile getirdi. Muzip arkadaşı: “Ne demek Hocam; elbette ki İsmet Paşa sana cevap gönderecektir. İsmet Paşa dindar falan değildir ama vatandaşlarına karşı çok müşfiktir. Haddizatında bütün büyükler, vatandaşlarına karşı hassas olurlar. Sen bir an önce mektubu yaz; bak göreceksin sana hemen cevabını gönderir” diyerek, bir an önce mektup yazması için onu kışkırtmaya başladı.
Cumhurbaşkanı İsmet Paşa’nın, maaşları arttırmak için yardımcı olacağını düşünen Yusuf Paşa Camii imamı, yatsı namazından sonra eve gitti ve derin edebiyatlı bir mektup yazdı. Mektupta, din görevlilerinin aslında çok önemli görevler icra ettiklerini, imamlık görevinin yanı sıra bir de cenaze işleriyle de meşgul olduklarını, bunca sorunlu hizmete rağmen maaşlarının diğer memurlara nazaran çok az olduğunu, bu maaşla geçinmenin mümkün olmadığını, din görevlilerinin maaşının bir an önce arttırılmasının iyi olacağını uzun uzadıya anlattı. Sonra mektubu sıra arkadaşlarıyla da paylaştı. Arkadaşları, “Hocam mükemmel olmuş; bu mektuba cevap verilmez de hangisine cevap verilir. At postaya gitsin” dediler. Hoca, arkadaşlarından aldığı şevk ve heyecanla mektubu Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye postaladı.
Hocanın muzip olan arkadaşları, ikinci dünya savaşı sebebiyle zaten sıkıntıda olan ülke yöneticilerinin, memur maaşlarına zam yapmak gibi bir niyetleri olmadığını biliyorlardı. Hele bu memurlar din görevlileri ise… Dolayısıyla İsmet Paşa’nın, herkesten daha az maaş alan imam ve müezzinlerin maaşlarını arttırması söz konusu bile değildi. İsmet Paşa’nın mektuba cevap vermeyeceğini bilen arkadaşları bir ay sonra imamın eline geçecek şekilde cevabî bir mektup yazmayı planladılar.
Daha sahici olsun diye daktilo ile yazdıkları mektupta İsmet Paşa’nın ağzından şunları yazdılar: “Muhterem Hocam; arzuhaliniz beni ve heyet-i vükelayı çok müteessir etmiş bulunmaktadır. O kadar ki, mektubunuz heyet-i vükelada okunduğunda gözyaşlarını tutamayan arkadaşlarımız oldu. Maaşınızın az olduğunun farkındayız elbette. Ama ne çare ki savaş şartlarında bundan daha ziyadesini vermenin imkânı yoktur. Mamafih, bilhassa sizin gibi samimi, fedakâr ve vatanperver hocalarımızın maaşını elbette ki arttıracağız. Bu konuda kararlıyız. Merak buyurmayın değerli hocam; gerekirse, maaşlarınızı arttırmak için camileri bile satışa çıkarırız. Bundan emin olunuz ve müsterih olunuz.”
İmza-Reis-i cumhur İsmet İNÖNÜ.
Mektup posta marifetiyle ve usulüne uygun olarak, öğle namazı vakti Hoca Efendinin eline ulaştırıldı. Hoca mektubu alır almaz, namazdan sonra heyecanla imam odasına çıkıp okumaya başladı. Fakat mektubun sonunda yer alan “Gerekirse maaşınız için camileri bile satarız” şeklindeki cümle Hocanın moralini altüst etmişti. Kendi kendine, “Vay be, herife bak ya! Memur maaşlarını arttırmak için cami satmak dışında bir çare yok mu yani? Allah’ın evi satılır mı? Sen camileri satarsan Müslümanlar nerede namaz kılacaklar? Bu nasıl bir anlayıştır?” dedi.
Hoca hiçbir zaman kendisini bu kadar bedbaht hissetmemişti. Allah yolunda olanların ne kadar yalnız olduklarını hissetti. Yalnızlığın acısı içine çökmüş gibi gayri ihtiyari gözleri doldu; feryad-u- figan öncesine benzer bir hıçkırık boğazında düğümlendi. İsmet Paşadan gelen bu mektup sayesinde Müslümanların ince bir yolda olduklarını ve yolun gittikçe inceleştiğini anlamış oldu.
Daha sonra Hoca Efendi, yorgun bir çehreyle ve dalgın dalgın gülümseyerek İsmet Paşa’dan gelen cevabı sıra arkadaşlarıyla da paylaştı. Mektubu arkadaşlarına verirken İsmet Paşa’nın “Gerekirse camileri satarız” cümlesinden duyduğu üzüntüyü gizleyemedi. Arkadaşlar bir taraftan kıs kıs gülmeye başlayınca Hoca da bir şeylerden kuşkulanmaya başladı. Sonunda arkadaşları, Hoca’nın daha fazla üzülmemesi için İsmet Paşa’dan gelen mektubun bir senaryo olduğunu ve kendileri tarafından yazıldığını söylediler.
Hoca, “Ben iki gündür çıra gibi için için yanarken siz karşıma geçmiş gülüyorsunuz, öyle mi? Ya bu hususta şaka yapılır mı?” dedi. Aylar geçer mektuba resmi cevap da gelmeyince Hoca Efendi, maaşı arttırma dilekçesini nasıl bir insana iletmiş olduğunun farkına varmış olur.