Fitne, rekabet alanı geniş olan siyasetle ilgilenenlerin, rakiplerini alt etmek için yalan ve hileye başvurmaları sebebiyle ortaya çıkar. Kuşkusuz siyasetle meşgul olduğunuzda sizin Rabbani ya da nefsanî bir amacınız vardır. Eğer hakka yönelik bir amacınız yoksa nefsanî amacınızı gerçekleştirmek için size engel olan rakiplerinizi yok etmek üzere akla-hayale gelmeyen yollara başvurursunuz. İşte fitne buradan çıkar.
İslam tarihinde “el-Fitnetu’l-Kübrâ” denilen en acı fitne, Hz. Osman’ın (ra) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkan büyük fitnedir. Bilindiği gibi, Hz. Osman, küfrünü gizleyen Abdullah b. Sebe ve arkadaşlarının tahrikleriyle şehit edilmişti. Onun şehit edilmesinden sonra Hz. Ali Müslümanlardan biat alarak halife seçildi. Fakat Şam’da Hz. Muaviye, Medine’de Hz. Talha, Hz. Zübeyr ve Hz. Aişe validemiz Hz. Ali’yi halife olarak tanımadıklarını ilan ettiler. Bu durum, ümmetten biat alan Hz. Ali’ye yapılacak en büyük haksızlıktı.
Önemli bir not: “Eğer Hz. Aişe gibi allame bir sahabi ve aynı zamanda Resûlüllah’ın zevcesi olan birisinin ve cennetle müjdelenmiş Talha ve Zübeyr gibi büyüklerin yanılmaları ve biatlerini bozmaları mümkün ise, bu zamanda çok âlim ve takva sahibi olarak bilinen insanların da yanılmaları mümkündür ve sıradan bir hadisedir.”
Hz. Ali Halife seçildiğinde, Resûlüllah’tan (s) aldığı emirle, isyan edenlerin gözyaşlarına bakmayacağını ilan etti. Cemel vakasında onun rakipleri (Hz. Talha, Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe) mağlup oldular. Hz. Talha, kendisiyle birlikte Hz. Ali’ye karşı savaşan Mervan b. Hakem tarafından, Hz. Zübeyr de, savaşmaktan vazgeçip pişman olarak Medine’ye döndüğünü gören çapulcu bir asker tarafından namaz üzerinde şehit edildi. Onların dışında her iki taraftan binlerce kişi öldürüldü. Muaviye’nin ordusuyla Sıffîn’de [bugünkü Rakka’da] karşı karşıya gelen Hz. Ali’nin ordusu tam kazanmak üzereyken Hz. Muaviye’nin yardımcısı Amr b. As, siyasî bir planla Ali’nin barış için savaşı bitirmesine sebep oldu. İş, barışı tesis edecek olan iki hakeme kalmıştı ve iki hakemden birisi, Arapların siyaset dâhilerinden kabul edilen Amr b. As’ın kendisiydi.
Diğer taraftan, Hz. Ali’nin ordusunda yer alan 12.000 kişilik bir grup savaşın sona ermesinden memnun kalmayarak, “Hüküm ancak Allah’ındır” dediler ve hakem olayına razı olan Hz. Ali’yi tekfir ettiler. Bunlar Haricîlerdir. Onların liderlerinden Zur’a b. Burc Hz. Ali’ye, “Allah’tan kork ve hem bizim hem de senin düşmanın olan Muaviye’nin üzerine git; yaptığın hatadan dolayı Allah’a tövbe et ve hakemlerle ilgili antlaşmadan geri dön!” dedi.
Hz. Ali’nin işi zordu. Bir tarafta, barışı siyasî emellerine alet eden Muaviye ve arkadaşları, diğer tarafta barış istediği için kendisini tekfir eden arkadaşları... Haricîler terörist bir gruptu. Onların, “Lâ hükme İllâ Lillah” (Allah’tan başka hüküm sahibi yoktur) şeklinde bir sloganları vardı. Tıpkı bugünkü bazı teröristlerin “Özgürlük istiyoruz”, bazılarının da “Şeriat istiyoruz” şeklinde slogan atmaları gibi… Hz. Ali onların bu sloganı için, “Hak bir sözdür ama bununla batıl kastediliyor” dedi. Bu söz günümüz için de geçerlidir. Zahirine baktığınızda haklı ve masum görünen öyle sloganlar var ki, aslında içi zehir dolu batıl sözlerdir.
Hz. Ali yaman bir fitnenin içine girmişti. Üstelik hem onun en yakın arkadaşları olan Haricîler hem de ona düşmanlık yapan Hz. Muaviye taraftarları ya sahabeydiler ya da sahabenin çocukları olan tabiinlerdi. Hz. Ali adeta fitne ile kuşatılmıştı. Böyle bir durumdan kurtulmak kolay değildi. Bunun üzerine Nehrevan bölgesinde toplanan Haricîlere, barış elçisi olarak büyük âlim Hz. Abdullah b. Abbas’ı gönderdi. Abdullah b. Abbâs’ın nasihatleri üzerine Haricîlerden 2 bin kadarı pişman olup İslam ordusuna geri döndü. Fakat 10 bin kişilik bir grup, Nehrevan ve Necid gibi Arabistan’ın dağlık bölgelerine çekildiler.
Kuşkusuz bu fitnenin bazı güzel neticeleri de olmuştur. Bediüzzaman bu fitneyi tahlil ederken şöyle der: “Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tabiinin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her taifeyi korkuttu, İslamiyet’in hıfzına koşturdu.”
“Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehitleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslam’ın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslam’ı heyecana getirip, Kur’an’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.” (Mektubat, 19. Mektup, 5. Nükteli İşaret)
Hz. Ali’den başlayarak Selçuklu devletine kadar bütün İslam devletleriyle uğraşan ve onları rahatsız eden Haricîler, birçok masumun şehit olmasına yol açsalar da, çabaları her zaman hüsranla son bulmuştur. Selçuklular döneminde, Haşhaşîler ve Batınîler gibi yeni terör örgütleri ortaya çıkınca Haricîler Necid ve Umman gibi dağlık merkezlerde kümelenmeye başladılar ve fikrî hareketlere yöneldiler.
Kaderin cilvesine bakın ki, günümüzde bu fitne, Deaş adı altında Batılıların desteğiyle tekrar Sıffın’da (Rakka’da) ortaya çıktı ve Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi. Evet, Deaş Batılıların kurduğu bir haricî hareketidir. Ama Batı kurnazca hareket ederek önce onları silahlandırıp sahaya sürdü, sonra da “Bu terör örgütü dünyanın barışına zarar veriyor” diyerek Deaş’la savaşmaya başladı.
Batı’nın çok sinsi bir planı vardır: Onlar Deaş’ı bitirmek istemiyorlar ve asla bitirmeyecekler. Çünkü asıl amaçları Türkiye ve Suriye’deki istikrarı bitirmek olduğundan Deaşı başka terör örgütlerinin palazlanmasına alet ediyorlar. Evet, Batı, “Henüz Deşa’ın tehlikesi bitmiş değil” diyerek PYD ve PKK’yı silahlandırmak için var gücüyle çalışıyor. Türkiye ABD’ye, “PYD denilen örgüt PKK’nın bir kolu olduğunu sizler de biliyorsunuz. Yüzlerce delille sabittir ki onlara verdiğiniz bu silahlar benim ülkemi bölmeye çalışan PKK’ya gidiyor” dediğinde ABD’nin kurnazca cevabı hazırdır: “Efendim, Bunlar terörist değildir. Bunlar Suriye demokratik güçleri olan dostlarımızdır. Onları Deaş’a karşı güçlendiriyoruz ki, bir daha terör eylemlerine kalkışmasınlar.”
Türkiye, planlı bir şekilde, ABD tarafından korunan bir terör örgütüyle sınır komşusu yapılmıştır. Bu açıdan Türkiye’nin işi oldukça zordur. Umarım bir an önce Türkiye ve Suriye arasında, eskiden olduğu gibi samimi bir dostluk kurulur da eski hatalar telafi edilir. Türkiye’nin Suriye politikasında bu hataların işlenmesine kaderin fetvası nedir diye düşündüğümde aklıma şöyle bir şey geliyor: “Belki de Cenab-ı Allah 3.5 milyon mültecinin, Türkçe öğrenmek üzere Türkiye’ye gelmesiyle Türk-Arap kardeşliğinin yeniden tesis edilmesini murad etmiştir.” Gerçekten de Türkçe öğrenen Suriyeli mülteciler, iki ülke arasındaki barış için bir köprü vazifesini göreceklerdir. Buna bütün kalbimle inanıyorum.