Bediüzzaman’ın Lem’alar adlı eserinin 19. Lem’ası İktisat Risalesidir. (كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا) “Yiyin için fakat israf etmeyin”[1] ayetinin tefsiri olan bu risale, ayetin yedi nüktesini beyan etmektedir.
Kısaca özetlemek gerekirse birinci nüktede Allah’ın insanlara verdiği nimetlerin karşılığında onlardan şükür istediğini, iktisat etmek manevi bir şükür iken israf etmenin şükürsüzlük olduğunu anlatır. İkinci nüktede, insan vücudunda dengenin korunabilmesi için zevk ve lezzet ayarı yapan ağızdaki dilin (kuvve-i zaikanın) önemine işaret ederek özetle şöyle der: “Tatma duyusu ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Kapıcı lezzet alsın diye israfata ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerek.”[2]
Üçüncü nüktede ise ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zaikasından (dilinden) söz eder. Ona göre rahmet-i ilahiyenin mutfaklarında bir müfettiş hükmünde olan ehl-i hakikatin dili, sadece insanın bedenine bakmıyor, kalbe, ruha ve akla da bakıyor. Dolayısıyla bu tür insanlarda dilin makamı midenin çok fevkindedir.
Dördüncü nüktede (لَا يَعُولُ مَنِ اقْتَصَدَ) “İktisat eden sıkıntı çekmez”[3] hadisini tefsir ederek, rızkın kısımlarını ve iktisadın berekete vesile olduğunu anlatıyor. Beşinci ve altıncı nüktelerde iktisatla cimriliğin farklarından söz ediyor. Yedinci nüktede israfın hırsa sebep olduğunu, hırsın kanaatsizliğe, kanaatsizliğin de ihlassızlığa sebep olduğundan söz ediyor
19. Lem’anın sonunda İbni Sinâ’nın tıp ilmini özetlediği şu iki beytini zikreder:
جَمَعْتُ الطِّبَّ فِى الْبَيْتَيْنِ جَمْعًا وَ حُسْنُ الْقَوْلِ فٖى قَصْرِ الْكَلَامِ
فَقَلِّلْ اِنْ اَكَلْتَ وَ بَعْدَ اَكْلٍ تَجَنَّبْ وَ الشِّفَاءُ فِى الْاِنْهِضَامِ
وَ لَيْسَ عَلَى النُّفُوسِ اَشَدُّ حَالًا مِنْ اِدْخَالِ الطَّعَامِ عَلَى الطَّعَامِ
Yani “Tıp ilmini iki satırla toplamış bulunuyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar ara ver. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, yemek üstüne yemek yemektir.”[4]
Ben bu makalede asıl 3. Nükte üzerinde durmak istiyorum. Üstad Bediüzzaman 3. nüktede hakikat ehlinin de lezzetli yemekler yiyebileceklerinden söz ederek bunun bazı şartları olduğunu vurguluyor ve şartları şu şekilde sıralıyor: “İsraf etmemek, sırf şükretmek ve Allah’ın çeşit çeşit nimetlerini tanımak kastı ile yemek, yiyeceklerin meşru olması, zillet ve dilenciliğe vesile olmamak.” Bu hakikatin daha iyi anlaşılması için de bir hikâye zikrediyor. Hikâye özetle şöyledir:
Yaşlı bir kadın bir tek evladını Şeyh-i Geylanî’nin terbiyesine vermiş. Arada bir oğlunu ziyarete giden kadın bir gün oğlunun odasına girmiş, bakmış ki oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. Çocuğun zayıf bedeni annesinin rikkatini celp etmiş ve hemen şikâyet için Hz. Geylanî’nin yanına çıkmış. Bir de ne görsün, Hz. Şeyh kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazı geçtiği için Hz. Geylanî’ye, “Hocam benim oğlum açlıktan ölüyor sen ise tavuk yiyorsun, bu nasıl olur?” demiş. Bunun üzerine Gavs-ı Geylanî tavuğa, (قُمْ بِاِذْنِ اللّٰه) “Allah’ın izniyle ayağa kalk!” demiş; tavuğun kemikleri toplanmış ve canlı bir tavuk olarak yemek kabından dışarı çıkmış. Hz. Gavs kadına, “Ne vakit senin oğlun bu dereceye gelirse o da tavuk yesin” demiş.
Bediüzzaman, “güvenilir kaynaklardan manevi tevatürle nakledilmiştir” dediği bu hikâyeyi aktardıktan sonra, iktisat ve ilahiyat fakültelerinde ders olarak okutulması gereken şu müthiş yorumu yapıyor:
“İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir.”
Şimdi neden 3. Nükte üzerinde durmak istediğim anlatayım:
DİYANET'E YAZILAN RAPORDA 19. LEM’AYA ATIF
Anlatacaklarım doğrudan iktisatla alakalı olmamakla beraber 19. Lem’a ile ilgili olduğu için konunun dışında sayılmaz. Ağustos 2016‘da düzenlenen Din Şurasında, bir gurup ilahiyatçı tarafından, Nur cemaati ve Bediüzzaman hakkında, bilimsellikten uzak ve tenkidin çok ötesinde, kinle dolu, gayri ilmî ve gayri ahlakî bir rapor hazırlanmış ve Diyanet’e sunulmuştur. Risale-i Nurların Diyanet tarafından basılmasını hazmedemeyen, kafaları karışık ve kimin adına çalıştıkları belli olmayan bir gurubun, “Dini Cemaatler Hakkında Rapor” diye sadece Nur cemaati ve Risale-i Nur müellifi hakkında rapor hazırlamış olması, Bediüzzaman’ın çağını ve çağdaşlarını ne kadar etkilediğinin bir işaretidir.
Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında Diyanete rapor yazan bu hocalar Risale-i Nur Külliyatını cımbızlayarak raporlarını hazırlamışlar. Fakat güya külliyatı ciddi bir incelemeye tabi tutmuşlar da, Bediüzzaman’ın iktisat anlayışının ne kadar safsata ve işe yaramaz olduğunu ortaya koymak için 19. Lem’aya atıfta bulunmuşlar. Yukarıda zikrettiğimiz ve Şeyh-i Geylanî ile bir kadın arasında geçen hikâyeyi alaylı bir dil ile aktarmışlar. Hocalar hikâyeyi naklettikten sonra müstehzi bir üslupla “İşte Said-i Nursî’nin İktisattan anladıkları bu seviyede…” diyerek hem cehaletlerini hem de allame Bediüzzaman’a karşı edep dışı tavırlarını ortaya koymuşlar.
Belli ki bu hocalar, Bediüzzaman’ın “Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir” şeklinde, altın değerindeki bu sözlerini ya hiç okumamışlar ya da okudukları halde hiçbir şey anlamamışlar. Ben şahsen ikinci ihtimalin daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Okumuşlar ama anlamamışlar. Çünkü “Ruhun cesede, kalbin nefse, aklın da mideye hâkim olması ve lezzeti şükür için istemek” gibi manalar, kalbî olduğu kadar irfanî manalardır. İrfan nedir bilmeyen, kalbî tefekküre ve ruhî eğitime sahip olmayan, takvayı kalplerine yerleşik bir sıfat olarak koyamayan ve akıllarını sadece bedenlerinin tahsin ve tezyini için kullananlar bu sözlerden bir şey anlayamazlar.
Bediüzzaman hayattayken, yaptığı hizmetlerin cumhuriyetin ilk yöneticileri tarafından takdir edilmesini beklemiyordu kuşkusuz. Ancak kendisine en çok adavet besleyenlerin her nedense bazı eğitimciler ve resmi hocalar olduğunu dile getirmiştir. Üstad, (kendisini kast ederek) “Bura maarifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifetin” yaptığı hizmetlerin, kendilerini eğitimci kabul eden böyle hocalar tarafından saygısızlıkla karşılanmasını yadsımış ve yaptığı hizmetlerin bir kısmını özetle şöyle anlatmıştır:
"İngilizlerin en yüksek bilim heyetinin Şeyhü’l-İslamlık makamından sorduğu altı soruya altı yüz kelimeyle cevap istedikleri zaman bura maarifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet, o altı suale altı kelime ile cevap vermiş,
“Ve ecnebîlerin en önemli ve filozofların en esaslı düsturlarına hakikî ilim ve marifetle muhalefet edip galebe çalmış,
“Ve Kur'ân'dan aldığı kuvvet-i marifet ve ilme istinaden Avrupa filozoflarına meydan okumuş,
“Ve cumhuriyetten altı ay önce İstanbul'da hem ulemayı ve hem de mekteplileri münazaraya davet edip kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap vermiş,
“Ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasretmiş,
“Ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisanıyla neşredip o milleti tenvir etmiş,
“Hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i marifete en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adavet besleyen ve ona hürmetsizlik edenler, daha çok maarif dairesine mensup olan bazı kişilerle az bir kısım resmî hocalardır."[5]
Aslında Zü’l-Cenahayn bir mürşid olan Bediüzzaman gibi bir şahsiyete herkesten daha çok eğitimcilerin sahip çıkmaları ve ona saygı göstermeleri gerekirken ona düşmanlık derecesinde adavet etmeleri akıl tutulmasından başka bir şey değildir. Onun için Bediüzzaman, “Bura maarifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet” diyerek hayretini gizleyemiyor.
Diğer taraftan bu hocalar, Bediüzzaman’ı 28 sene hapis ve sürgünlerde mağdur etmiş olan cumhuriyetin ilk liderlerinden hiç söz etmediklerine göre ya “Bediüzzaman bunu hak etmişti” diyorlar, ya da o liderlerin İslam’a ve Müslümanlara karşı yaptıkları zulüm hakkında konuşmaktan korkuyorlar. Eğer birinci ihtimal doğruysa demek bu hocalar sadece Bediüzzaman hakkında su-i zanda bulunmuyorlar, aynı zamanda ona karşı canavarca hisler de besliyorlar. Eğer ikinci ihtimal doğruysa yani korkuyorlarsa, korkmalarına gerek yoktur, çünkü Bediüzzaman onların yerine de hapishanede yatmış; ödediği bedeller sebebiyle İslam’ı benimseyen yeni nesiller hapishanelerde yatmaktan kurtuldular. Ama bu hocaların nankörlüğüne bakın ki, Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkındaki raporlarına göz atan kimse, devlete ve orduya başkaldırmış bir asiden ve dinimizi değiştirmeye çalışan cahil bir şarlatandan söz ettiklerini sanır. Yazıklar olsun.
Unutmamalıyız ki, eğitimci hocaların şu anda serbestçe böyle bir rapor yazabilmelerinde ve güya İslam’ı ve Kur’an’ı savunmalarında bile Bediüzzaman’ın büyük emeği vardır. Kendisini idamla yargılayan yargıçlara, “Şeriatın bir tek hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım.[6] Eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem” şeklinde yaptığı kahramanca savunmaları olmasaydı bu hocalar bugün Kur’an’dan ve şeriattan söz edemezlerdi. Kur’an’ın, ezanın, kısacası dinin ve dindarlığın mahkûm edildiği bir dönemde Bediüzzaman gibi şeriatı, Kur’an’ı ve ezanı müdafaa eden kaç hoca sayılabilir?
Peki, yazılan bu raporun bir etkisi görüldü mü? Evet, bu rapordan sonra Risale-i Nurun Diyanet tarafından basımı uzun müddet durduruldu ve yavaşlatıldı.
Allah basiret versin, ıslah etsin.