Bu söz, 1911 yılında Şam-Emevi Camisinde Bediüzzaman tarafından okunan Hutbe-i Şamiye’nin özünü oluşturuyor. Bediüzzaman bu hutbede hem iman ve İslam esaslarının sosyal hayatımızdaki etkilerini özetlemiş, hem İslam dünyasının sosyal hayatta karşılaştığı problemlerin çözümüne dair temel prensipler sunmuş, hepsinden önemlisi de ümmete büyük ümitler vermiştir. Hatta ümit, Hutbe-i Şamiye’nin özünü oluşturuyor. Bediüzzaman o hutbenin başında şöyle diyor:
“Ye’sin burnunun rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-i kat’iyemle derim: İstikbal, yalnız ve yalnız İslamiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacak. Öyleyse, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize razı olmalıyız ki, bize parlak bir istikbal, ecnebîlere müşevveş bir mâzi düşmüş.” (Hutbe-i Şamiye)
1) Bediüzzaman, İslam topraklarının parçalanma planlarının yapıldığı bir zamanda (1911’de), birinci dünya savaşından hemen önce, Şam Emevî camisinde bu hutbeyi irad ediyor. Müslümanların en büyük güçlerinin, Batılıların da en büyük korkularının, İslam gerçeği (Hakikat-ı İslamiyye) olduğunu Hutbede vurguluyor. Batılılar İslam gerçeğinin susmayacak ve söndürülemeyecek bir güneş olduğunu bildikleri için korkuyorlar. Batılılar ayrıca İslam dünyasındaki problemlerin çoğunun Türklerin, Kürtlerin ve Arapların birleşmeleriyle çözülebileceğini de biliyorlar. Müslümanlar da bütün çaresizliklerine, ezilmişliklerine ve perişanlıklarına rağmen sarılmaları gereken tek hakikatin İslam gerçeği olduğunu biliyorlar.
2) Hutbe-i Şamiye’den yüz yıl sonra bugün dünya siyasetine dikkatle baktığımız zaman son çeyrek yüz yılın, Batılıların ayakta kalma ve eski imtiyazlı konumlarını koruma çabalarıyla geçtiğini görüyoruz. Şüphesiz, onlar alışık oldukları imtiyazlı konumlarını korumaya çalışırken İslam dünyasında da tehcir ve katliamlar yaşanıyor. İster istemez bu durum bütün Müslümanları kaygılandırıyor. Ve herkes, “İslam’ın fecr-i sadığının yakınlaştığı beklenirken bu eziyetler, bu musibetler ve bu katliamlar da neyin nesi?” demeye başlıyor. Ama kader-i İlahinin de bir planlaması vardır.
3) Bütün geleceklerini Müslümanların iş bilmezlikleri üzerine ve elinden ekmeği alındığı halde ses çıkarmamaklığı üzerine kuran Batılılar, Müslümanların artık bu kısmetlerine rıza göstermeyeceklerini ve bir gün servetlerini gasp edenlerden hesap soracaklarını biliyorlar. Onların filozoflarına göre, demokratik Batı ile komünist Doğu’nun siyasi çatışması olarak nitelenen Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde, sorunların ve çatışmaların temel kaynağı ideoloji ve siyasi görüşler değil; din ve kültürlerdeki farklılıklar oluşturacaktır. Yani 21. yüzyıl bir medeniyetler çatışması yüzyılı olacaktır. Ancak, medeniyetler savaşında hangi medeniyetin kaybedeceği hususu yine filozofları tarafından belirtilmiştir. Onlara göre, toparlanma sürecinde olan Doğu’nun medeniyet tasavvuru Batı’dan hesap soramaya başlayacak, dolayısıyla önlem almadığı takdirde Batı, elinde tuttuğu birçok imtiyazları kaybedecektir. İşte 25-30 yıldır Batılıların gösterdikleri tedirginlik, korku ve Müslümanlara yönelik saldırılar, hunharlıklar ve katliamlar bu yüzdendir. Çünkü ellerinde tuttukları imkânları artık kaybetme endişesini taşıyorlar.
4) Batılıların dünya siyaset sahnesinde iki yüzü vardır: Birisi mukadder olan kötü rüyayı görmemek için demokrasi, özgürlükler ve insan haklarıyla ifade edilen masumane bir yüz; diğeri, haçlı refleksine sahip olan katliamcı, acımasız ve çirkin bir yüz. Batılılar çeyrek yüzyıldır demokrasi, insan hakları ve özgürlükler safsatasını açıktan rafa kaldırarak eski haçlı refleksiyle hareket etmeye ve sudan bahanelerle İslam topraklarını işgal etmeye başladılar. Afganistan, Irak, Suriye, Libya, Gazze… Baskıcı idarelerine ve katliam yapabilecek süper güçlerine rağmen Batılıların tedirginlikleri gittikçe artıyor. Çünkü işgal ettikleri topraklarda yaşayan insanlar yüz yıl önceki insanlar değildir. Atık İslam topraklarında, vatanı için ölmeyi hafife alan ve Batılıları düşman kabul eden bir nesil vardır. Öyleyse Batılılar kötü bir rüya görmemek için ne yapmalıydılar? Bir tek çareleri kalmıştı; Müslümanlar arasındaki mezhebî ve ırkî taassupları kaşındırarak İslam topraklarında iç savaşı körüklemek… Afganistan’da, Irak’ta, Yemen’de ve Suriye’de bunu başardılar. Amaçları Türkiye’yi de bu kirli savaşın içine çekmek.
5) Bugün Suriye’de devam eden savaş bir Sünnî çoğunlukla Nusayrî azınlığın savaşıdır ve Batılılar tarafından özellikle çıkarılmıştır. Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde bu savaşa taraftar olanlara baktığımız zaman aynı fotoğrafı her yerde görebiliyoruz. Daha önce Baas rejimi gibi rejimleri küfürle itham eden İran ve Türkiye’deki Nusayriler, hatta İran’ı dincilikle suçlayan Türkiye’deki Aleviler bile bu savaşta Suriye rejiminin yanında yer aldılar. Sünniler de ister istemez muhaliflerin yanında yer aldılar. Batılıların gözünde Türkiye Sünni dünyayı temsil eden bir ülkedir. Kuşkusuz İran da Şiiliği temsil ediyor. Bu durum, Şiilerle Sünniler arasında ciddi bir sürtüşmeyi beraberinde getirecek bir durumdur ve birçok alanda bunun sonuçlarını görüyoruz.
6) Son on yıl içinde İran’ın Zahidân kentindeki onlarca Sünnî âlimin İşid’çi olmakla itham edilip medreselerinde öldürülmeleri ve Pakistan’da meydana gelen Sünnî-Şii çatışmaları bunun yansımalarıdır. Batının, ayyuka çıkmış İran karşıtlığı da sahtedir. Irak operasyonunda görüldüğü gibi, İslam dünyasında bir azınlık olan Şiiliğin öne çıkarılması Batılıların en büyük amaçlarından birisidir. ABD Irak’ta, Sünni olan Saddam’ı devirip Şiileri iktidar yaptı. ABD isteseydi Suriye’deki rejimin başını da devirirdi. Ama Batı, Suriye’de Nusayrî olan ve Ülkenin ancak yüzde on beşini temsil eden Beşşar Esad’ı devirip çoğunluk olan Sünnileri iktidar yapma taraftarı değildir.
7) Bu arada “Büyük İsrail” peşinde koşan ve fanatik Yahudi olan İsrail yöneticileri Gazze’yi işgal edip Filistinlileri katliama tabi tutuyorlar. Şimdiye kadar 35 bine yakın Filistinliyi hayattan kopardılar. Batılılar, ruhlarındaki haçlı refleksiyle İsrail’e silah ve para yardımı yaparak, güvenlik konseyinin ve uluslararası adalet divanının aldığı ateşkes kararlarının uygulanmasına imkân vermiyorlar. Batılıların yüzlerindeki masumane maske burada bir kez daha düşmüştür.
Batılılar, ittihad-ı İslam için Türkiye’nin önemini çok iyi bildiklerinden asıl hedefleri Türkiye’yi bir iç savaşa sürüklemektir. Bunun için şimdiye kadar birkaç hamle yaptılar. Önce Bölücü terör örgütüne ve Deaş’a verdikleri destekle onları palazlandırıp on binlerce insanın ölümüne sebep oldular. Sonra Kobani olayları ve ardından çukur eylemleriyle bir iç savaş provası yaptılar. Ancak beceremediler. Batılıların elinde bir koz daha vardı; Fetö… 2016 yılının temmuz ayında Türk ordusunu kullanarak büyük bir darbe yapmaya kalkıştılar. Bunu da beceremediler. Şimdi Suriye’nin kuzeyinde ve Irak’ın Süleymaniye bölgesinde ismi konulmamış fakat en az 100 bin kişilik eğitimli ordusu, adliyesi ve maliyesi olan bir Kürt devletini kurmaya çalışıyorlar. ABD her yıl onlara bütçeden para aktarıp askerlerini eğittiği gibi on binlerce tır ABD silahlarını ve sayısı bilinmeyen birçok helikopteri onlara hibe ettiler. Hatta F-16 uçaklarına sahip olduklarından bile endişe ediliyor. Bu arada terör destekçisi partinin yerel seçimlerde yeniden on il kazanması terörden medet umanların iştahını kabartmıştır.
Ama herkesin bir hesabı olduğu gibi Kader-i İlahinin de bir hesabı vardır. Hatta Kader-i İlahinin hesabının dışında kalan hiçbir hesap tutmayacaktır. Artık şapka düşmüş kel görünmüştür. Özellikle Filistinlilere yapılan katliamlara ortak olmalarıyla Batıların “insan haklarına saygı maskesi” düşmüştür. Filistin’deki katliamlar, ABD’nin teröre destek çıkması, Suriye savaşı ve ardından başlayan Orta doğudaki fesat ve karışıklıklar, birçok bilinmeyeni şerh etti. Artık Batı yorgun düşmüştür; yeniden kendisini Müslümanlara masum gösteremez. İstikbalin gerçekten İslam’ın olacağı yakında görülecektir... Batı’nın korkusu ve akıl almaz davranışları, hatta Türkiye’ye düşmanlıkları, İttihadı İslam için Türkiye’nin oynayacağı roldendir.