1) Kur’an kültürüne göre kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir. Devletin başındaki insan bile eğer haksız ise çok güçsüz sayılır. Buna karşılık bir köylü eğer haklı ise devlet başkanından daha güçlü sayılır. Hz. Ebû Bekir (ra) halife seçildiği gün durumun böyle olduğunu söyledi. Bunun örnekleri İslam tarihinde çoktur. Batı kültüründe ise güçlü olan daima haklıdır. “Kimin gücü kime yeterse” ilkesi, sömürgeci devletlerin ve kanunlarının çıkış noktasıdır. Defalarca söylediğimiz gibi, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” ve benzeri uluslararası örgütler, sadece sözden ibarettir.
Bakınız: 2003’ten beri orta doğudaki katliamlarda 2 milyondan fazla insan öldürüldü ve katliam Filistin’de hala devam ediyor. Bütün küfür âlemi, bir oyun izler gibi bu katliamları canlı olarak izliyor. Ne Güvenlik Konseyi ne Papa Franciscus bu kirli savaşı kınamıştır. Sözde insan haklarını, özgürlüğü ve adaleti savunan Batı için bu durum gerçekten dehşet vericidir. Çünkü gerçekte onlar bu topraklarda insan haklarını değil karmaşa ve kaosu, özgürlüğü değil esareti, adaleti değil zulmü destekliyorlar. İşte Batının desteğiyle yapılan Gazze’deki katliam… Bundan daha çarpıcı bir örnek olabilir mi? Papa’nın, bir din adamı olarak, 7 aydan beri Filistin’de devam eden katliamı kınaması gerekmez miydi? Kınamazlar çünkü bu katliamların ana gayesi petrol yollarını güvence altında tutmaktır. Papalar da tarih boyunca savaş ve talan kışkırtıcılığı yapmış ve haçlı seferlerine çanak tutmuşlardır.
2) Bizim kültürümüzde evlere iyi niyetle girilir ve iyi niyetle giren herkese evlerimizin kapısı açıktır. Ayrıca, “Benim evim, benim mülküm, benim arabam” demek görgüsüzlük sayılır. Çünkü mülk önce Allah’ındır ve bizde emaneten durur. (وَلِلّٰهِ مٖيرَاثُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِؕ) “Göklerin ve yerin tamamı zaten Allah’a aittir”[1] ayeti ve bunun gibi pek çok ayet buna en açık bir delildir. Mülk daha sonra devletindir. Ondan sonra şahsa ait olur. Bu sebeple “Şu kadar malım vardır, yazlık evim-kışlık evim, arabamın modeli şudur” demek ayıptır ve görgüsüzlük kabul edilmiştir.
Meşhur bir söz vardır; deniliyor ki:
Şeriatte bu senindir, bu benim.
Tarikatta hem senindir, hem benim.
Hakikatte ne senindir, ne benim.
Çünkü mülk Allah’ındır; bizde emaneten durur.
3) Kültürümüzde misafir Allah’ın gönderdiği bir iyilik meleği kabul edilir. Misafir hiç kimseye yük değildir, çünkü (الضيفُ يأتي برزقِه)[2] hadis-i şerifine göre misafir geldiği eve rızkıyla gelir. Bu yüzden misafire hizmet etmek, onu en iyi şekilde ağırlamak Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olduğu için bizde yarışılarak yapılır. Komşular, “Bana gelecek misafiri sen niye kaptın?” diyerek serzenişte bulunurlar. Misafiri kabul etmemek, kovmak ya da yeterince ikramda bulunmamak haramdır.
En az üç gün misafiri ağırlamak vaciptir. Çünkü Resul-i Ekrem (sav) (مَن كان يؤمِنُ باللهِ واليومِ الآخرِ فلْيُكرِمْ ضيفَه) “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa misafirine ikramda bulunsun”[3] buyurmuştur. Bir diğer hadiste (الضِّيافَةُ ثَلاثَةُ أيَّامٍ) “Misafirlik üç gündür”[4] buyurarak zorunlu ağırlamayı üç günle sınırlamıştır. Bu durumda üç günden fazla misafir ağırlamak zorunlu değil, ihtiyarîdir ve üç günden sonrası sadaka hükmüne geçer. Buna rağmen bu fani dünyada garip bir yolcuyu usulünce ağırlamak hiçbir Müslümana ağır gelmez.
Yunus Emre aşağıdaki beyitlerde dünyanın faniliğini çok güzel dile getirmiştir:
Bu dünya bir lokmadır, Ağzında çiğnenmiş tut,
Çiğnenmişi ne tutmak, Ha sen onu yuttun tut.
Ömrün senin ok gibi, Yay içinde dopdolu,
Dolmuş oka ne durmak, Ha sen onu attın tut.
Her bir nefes kim geliri, Keseden ömr eksilir,
Bak kese ortalandı, Ha onu tükettin tut.
Bak denize gark oldun, Boğazına geldi su.
Deli gibi tepinme, Sen denize battın tut.
Yüz yıllar hoşluk ile Ömrün olursa Yunus.
Son ucu bir nefestir, Geç ondan unuttun tut.
4) Kültürümüzde ev sahibinin sorumlulukları kadar misafirin de sorumlulukları vardır. Misafirin de duyarlı olması ve hakkından fazlasını istememesi gerekir. Mesela hadisin emrettiği gibi üç günden fazla kalmayı düşünmemelidir. Ayrıca misafir olduğunu unutmamalı, ev sahibi gibi değil misafir gibi davranmalı ve bir şeyi istemek konusunda ısrarcı olmamalıdır. Söz gelimi sofra hazırlandığında ev sahibine, “E ne bekliyoruz, hadi buyur bakalım” gibi fuzuli sözler söylememelidir.
Batı kültüründe ise bencillik esas olduğundan, neye mal olursa olsun insanlar zapt etmek, ele geçirmek ve mutlaka kazanmak dürtüsüyle yetiştiriliyorlar. Başkalarına karşılıksız ikramda bulunmak nadir olarak yapılan bir şeydir. Onlar için tek önemli olan kazanmaktır. Kazanırken başkalarının zarar görmesini hiç önemsemezler. Amerika’yı ele geçiren Avrupalılar yerlilerle uzun bir savaşa giriştiler. Avrupalıların elinde ateşli silahlar, yerlilerin elinde oklar, odunlar, taşlar ve kamalar vardı. Bu dengesiz ve adil olmayan savaşta milyonlarca Amerikan yerlisi katledildi.
Aynı şekilde Güney Amerika yerlileri ve Avusturalya’da yaşayan milyonlarca Aborjin de katledildi. Bugün Avusturalya’daki Aborjinlerin sayısı 250 bin olarak ifade ediliyor. Uygarlaştığı sanılan Batı’nın karakterinde var olan aynı vahşet bugün yeryüzündeki mazlumlara uygulanıyor. Yedi aydan beridir silahsız Filistinlilere yönelik, Batının desteklediği ve gözlerimizin önünde devam eden katliam bunu en iyi şekilde ifade eder.
5) Bir toplumun temeli ailedir. Hatta aile toplumun küçük bir örneğidir. Anne, baba ve evlenmemiş çocuklar bir aileyi oluşturur. Kuşkusuz ailenin temeli meşru bir nikâhla, yani kanuni bir evlilikle atılır. Her insanın küçük bir dünyası, hatta küçük bir cenneti aile yuvasıdır. Gerçekten de aile yuvamızı Kur’an’ın öngördüğü usul ve ölçülere göre kurduğumuz takdirde evlerimiz cennetten bir köşeden farksız olur. Bu yüzden bizim kültürümüzde aile hayatı çok önemlidir ve sadedir. Gösteriş yapmak, başkalarını imrendirmek ayıp olduğu kadar haramdır. Sağlam esaslar üzerine kurulan huzurlu ailelerden meydana gelecek toplum da elbette ki huzurlu olur.
Karı, koca ve diğer aile fertleri arasındaki münasebet, yakınlık, hürmet ve şefkat yalnız bu kısa dünya hayatı için olmamalıdır. Bu hürmet, muhabbet ve yakınlığın ahirette de devam etmesi için Allah’a ve ahiret gününe imanın hâkim olduğu aileler kurmamız lazımdır. İmanın hâkim olmadığı bir ailede her şey geçici ve menfaate dayalıdır. Menfaatlerin ve şehevi hislerin hâkim olduğu bir ailede, o dünya cenneti olan aile cehenneme dönebilir. Hem Batıda hem de Batıyı taklit eden İslam ülkelerinde bu cehennemî hayatın hâkim olduğu aileler çoktur.
6) Kur’an’ın bize öğrettiği kültüre göre savaşlar sadece Allah için yapılır. Çünkü savaşlar saldırı amaçlı olmayıp sadece nefsî müdafaaya yöneliktir. Batı kültüründe ise savaşlar menfaat ve ganimet elde etmek için yapılır. Batılılar tarih boyunca kaynakları korumak ve stratejik ticaret yollarını elle geçirmek için hep başka ülkelere saldırdılar. Haçlı savaşlarının tek amacı vardı; İslam topraklarının zenginliklerini ele geçirmek…
Daha fazla geçmişe gitmeye gerek yok; işte Irak, Suriye ve Afganistan savaşları… Tek amaç, zengin petrol kaynaklarını ve petrol taşıma yollarını kontrol altında tutmaktı. Bunun için evliya diyarı Bağdat’a 600 bin ton bomba attılar. Birçok kadim İslam mabedine zarar verdiler. Kabil, Herat, Kandehar, Mezar-ı Şerif ve Bidehşan’ı yerle bir ettiler. İslam’ın kadim kültür şehri Haleb’i yakıp yıktılar, Hımıs ve Hama’yı tarumar ettiler.
Bizim kültürde savaşırken masum insanlara, ahalinin geçim kaynaklarına ve mabetlere zarar verilmez. Resûl-i Ekrem (sav) savaşa çıkılırken orduya şu emri verirdi: “Allah’ın adıyla ve Allah için yola çıkın. Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Yaşlılara, kadınlara, çocuklara ve silahsız insanlara dokunmayınız. Mabetlerde ibadetle meşgul olanlara karışmayınız. Onların geçimlikleri olan meyve ağaçlarına, ekinlere ve hayvanlara zarar vermeyiniz.”[5]
(Devam Edecek)