1) Bizim kültürümüzde hesap günü vardır. Şu fani dünyada bize verilen her şey ödünçtür. Çünkü bu dünya menzilinin ve içinde oturan insanların ahvâline dikkat edilirse anlaşılıyor ki, bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakkın ebedî ve sermedî olan Dârüsselâm menziline davetlisi olan mahlûkatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.[1] Eden mutlaka bulur. Her yokuşun elbet bir inişi vardır. Bu hayatta, “Men Dakka Dukka” kaidesi esastır.
(مَنْ عَمِلَ صَٰلِحًا فَلِنَفْسِهِۦ وَمَنْ أَسَآءَ فَعَلَيْهَا) “İyi işler yapan kendisi için yapmıştır, kötülük yapanın da kötülüğü kendinedir”[2] ayeti hayatın en vazgeçilmez kuralıdır. Allah’ın hesabında hiçbir kötülük cezasız kalmaz; hiçbir iyilik de karşılıksız kalmaz. Şu fani dünyada herkes yanılabilir ama Allah’ın hesabı şaşmaz. Bir günahın cezası bir, bir sevabın mükâfatı ondur. Ama bu sevap bazen yüz, hatta binle çarpılabilir. Allah Kerimdir ve mutlak adildir.
Batı kültüründe nefis muhasebesi ve hesap gününün endişesi yoktur. Bireyler sadece kanuna karşı gelmekten ve suç işlemekten korkarlar ama Allah’a isyan etmekten korkmazlar. Çünkü onlarda günah işleme endişesi yoktur. Suçun cezası bu dünyada verildiği için herkes kanundan korkar. Hayatın bir mücadeleden ibaret olduğuna inananlar Allah’ın mutlak adaletine inanmakta samimi olamazlar.
2) Bizim kültürümüzde bu dünyada olmasa da ahirette herkes mutlaka yaptığının karşılığını bulacaktır. Her olayın bir mülk bir de melekût ciheti vardır. Mülk ciheti bize malum olabilir amma melekût ciheti Allah’ın ilmindedir. Allah, Hz. Musa’ya ders veren Hızır’a verdiği gibi “Ledün” ilmini bir kuluna verebilir. Ledün ilmi, melek veya peygamber aracılığı olmadan Allah’ın dilediği kuluna verdiği bir ilimdir.[3] Dolayısıyla Hz. Musa’nın arkadaşı Hızır istisna edilirse, Allah’tan başka hiç kimse olayların perde arkasını bilemez. Ama bu hayatta ne görürsek görelim, başımıza ne gelirse gelsin Allah’ın mutlak adaletine inanırız.
Yapılan rivayetlere göre bir gün Hz. Musa, “Ya Rabbi, adaletin nasıldır? Adaletini bana göster” dedi. Allah (c.c), “Ey Musa, vereceğim bir örneğe bakar, kendine göre aykırı bir şey bulur ve sabredemezsin” dedi. Hz. Musa, “Allah’ım! Vereceğin örneğe sabretmem için bana güç-kuvvet ver” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Musa şu tepeye çık, vadinin içindeki ağaca ve ağacın altındaki çeşmeye bak” buyurdu.
Hz. Musa tepeye çıktı, yüzünü çeşmeye çevirdi; baktı ki beyaz atlı bir adam geldi, çeşmeden su aldı, ağacın altında biraz istirahat ettikten sonra atına binip yoluna devam etti. Fakat içinde bin dinar bulunan kesesini ağacın altında unuttu. O gider gitmez bir çoban sürüsünü suya getirdi. Çoban su içip ağacın altında oturmaya gidince bir de ne görsün; içinde bin altın bulunan bir kese yerde duruyor. Çoban keseyi kaptığı gibi sürüsünü de alıp gitti.
Çobandan sonra âmâ bir adam düşe kalka suyun başına yetişti; kana kana su içtikten sonra ağacın altında uzanıp yattı. Bir müddet sonra kesesini ağacın altında düşürdüğünü anlayan beyaz atlı adam geri döndü ve ağacın altında uzanan âmâ adamı gördü. Hemen altın dolu keseyi ona sordu. Âmâ adam, “Ben körüm, keseni nasıl görmüş ve almış olabilirim ki?” dedi. Fakat beyaz atlı adam sinirlenip âmâ adamın kafasını uçurdu, kesesini bulamadan oradan ayrıldı.
Bütün bunları izleyen Hz. Musa şaşkınlığını gizleyemedi ve: “Ey Rabbim! Bu nasıl bir adalettir, bundan hiçbir şey anlamadım” dedi. Allah şöyle buyurdu: “Ey Musa, o âmâ adam, gençliğinde henüz gözleri görüyorken, beyaz atlı adamın babasını öldürmüştü. Beyaz atlı adamın babası da, çobanın babasından bin dinar gasp etmişti. Gördüğün gibi adalet yerini buldu.”
İşte biz ancak olayların bize bakan mülk cihetini görüp anlayabiliriz. Ama perde arkasında olan melekût cihetini ancak Allah bilir veya isterse bir kuluna bildirir. Bu sebeple her olayın bir mülk bir de melekût ciheti vardır. Başka bir ifadeyle, her olayın bize bakan yönü bir de kadere bakan yönü vardır.
3) Kur’an kültüründe, ezelden ebede kadar hakikat birdir, o da Allah’ın varlığı ve birliğidir. Bunu en iyi şekilde kâinata ilan eden Kur’an-ı Kerim olduğu için Kur’an hakikatin biricik kaynağıdır. Kur’an sayesinde helaller belli, haramlar da bellidir. Kanun koyucu Allah ve O’nun elçisi Hz. Muhammed’dir (sav.) Kur’an ve Sünnetten gelen emirleri değiştirmek bidattir, delalettir. Mesela, Allah Kur’an’da (وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰو) “Allah alım satımı helâl, faizi ise haram kılmıştır”[4] buyuruyor. Bu emre itaat edip hikmetlerini araştırmak yerine “Neden faiz haram olsun” demek bidattir, hadsizliktir ve Allah’a isyandır.
Allah bu ayetin başında, faiz yiyenler ve “Faizle alış-veriş arasında fark yoktur; ikisi de aynıdır” diyenler hakkında çok ağır bir ifade kullanmıştır. Şöyle buyuruyor: “Faiz yiyenler, kıyamet günü kabirlerinden, başka türlü değil, ancak şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkacaklardır. Bunun sebebi, ‘Alış-veriş de tıpkı faiz gibidir’ demeleridir.”[5]
Batı kültürünün hâkim olduğu toplumlar ise hakikati bilmezler. Onlar Allah’ı gerçek sıfatlarıyla tanımıyorlar. Allah’a “Allah baba”, Hz. İsa’ya “Allah’ın oğlu” gözüyle bakanlar hakikati nereden bilecekler? Onların inançları sapıklık ve sapkınlıktır. Üstelik Hz. İsa’yı peygamber olarak kabul edip insanlığın medar-ı iftiharı olan Hz. Muhammed’in (asv) nübüvvetini inkâr etmek feci bir dalalettir. Onun içindir ki Allah Fatiha suresinde Müminlerin şöyle dua etmelerini emretmiştir: “Allah’ım! Bizi dosdoğru yola ilet; nimetine erdirdiklerinin yoluna; gazaba uğramışların yoluna da, dalâlete sapmışların yoluna da değil!”[6] Gazaba uğramışlardan kasıt Yahudiler, dalalete sapmışlardan kasıt da Hristiyanlardır.
4) Siz Batılılara hakikati, Cebrail’in peygamberlere vahiy getirdiğini söylerseniz inanmazlar. Çünkü filozofları dinledikleri için şüphecidirler. Hiçbir filozof vahye inanmaz; inansa felsefeci olmaz. Çünkü felsefede iman etmek yerine şüphe etmek esastır. Felsefecilere göre şüphe edeceksin ki gerçeğe ulaşabilesin. Oysa şüphe insanın kalbini hasta ettiğinden kişi şüphe ettikçe hakikatten uzaklaşır. Bizim kültürümüzde ise vahiy akıl üstü bir değerdir ve hakikatin kaynağıdır. Onlar vahiye “doğma” diyorlar. Onlara göre dine ve vahye inanmak, akla, mantığa ve gerçeğe aykırıdır.
Felsefeciler, “İnsan nasıl meydana gelmiştir?” şeklindeki soruya cevap vermek için asırlarca uğraştılar ve boş şeyler yazdılar. Oysa Kur’an insanın önce topraktan yaratıldığını sonra bu yaratılışın şekil değiştirerek insan bedeninde bir damla sudan gerçekleştiğini söyler. Hatta mucizevî bir şekilde dünyaya gelen Hz. İsa’nın yaratılışının Hz. Âdem’in yaratılışına benzediğini ifade eder.[7] Demek istiyor ki, hem Hz. Âdem hem Hz. İsa babasız yaratılmışlardır. Âdem hem anasız hem babasız, İsa ise babasız yaratılmıştır.
Bütün peygamberler birbirilerini tasdik ettikleri halde hiçbir filozof kendisinden önceki filozofu tasdik etmemiş, aksine ağır tenkitler yapmıştır. 19. Asırdaki pozitivist filozoflar dinin bilim karşısında mutlaka iflas edeceğini iddia ettiler. Batılılar buna inanıp ona göre 20. Asırda dine karşı tutum aldılar. 100 yıl sonra ise tam tersi oldu. 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren din, özellikle İslam dini gittikçe yükselen bir değer haline geldi. Hatta Batılılar, İslam’ın bu yükselişinden oldukça tedirgin oldular ve 1990’dan sonra karşı önlemler almaya başladılar.
5) Batılılar müzik ve spor gibi şeylerle uğraşan kuruluşlar icat edip güya bu kurumlara siyaset bulaştırmıyorlar. Oysa bu kuruluşların tek amacı siyasîdir. Kirli siyasetlerine payanda yapmak için bu kurumları oluşturmuşlardır. Bakınız geçen yıl Eurovision şarkı yarışmasına müracaat eden Rusya, Ukrayna’ya karşı savaş ilan etti diye Eurovision komitesi tarafından yarışmadan çıkarıldı. Bu yıl ise, yedi aydan beri Filistin’de silahsız insanları öldürüp katliam yapan İsrail’in müracaatı komite tarafından kabul edildi ve İsrail yarışmada birçok ülkenin desteğini alarak 5. sıraya yerleşti. Görüldüğü gibi bunlar, bütün kurum ve kuruluşlarıyla zahirde adil gibi davranıp hakikatte zalimdirler. İşte onları bu imtiyazlı konumlarından düşürecek olan tek şey adaletsizlikleri, zalimlikleri ve barbarlıklarıdır.
Talan etmek ve Menfaat elde etmek üzerine kurulu bulunan Batılıların siyaseti yaklaşık yüz yıldır bütün dünyayı sömürmeye devam ediyor. Bu imtiyazlı konumlarını korumanın artık kolay olmayacağını anladıkları için çeyrek yüz yıldır “Yenidünya Düzeni” dedikleri farklı bir sömürü düzeninin peşindedirler. Ama bu planları tutmayacaktır; çünkü hakkı ve adaleti esas alan ve masumların hakkına saygı gösteren bir medeniyet tasavvuru bu zalimlerden hesap sormaya hazırlanıyor. Bu yüzden Batılılar çok ama çok endişelidirler.
Evet, Batılıların tüm endişeleri budur. Kimse bize hesap sormasın diye çeyrek yüzyıldır İslam topraklarını birer birer işgal ediyorlar. Teslim olmayan ülkelerde de siyasi ve ekonomik kriz çıkarıyorlar. Batılılar aslında Türkiye’yi kuşatmak istiyorlar. Gazze’yi, Şam’ı ve Haleb’i halledip Şanlıurfa’ya ulaşmak istiyorlar. Türkiye 45 yıldan beridir doğu, güneydoğu ve güney sınırlarında, Batının vekili olan teröristlerle savaşıyor. Teröristlere silah veren de sözde Türkiye’nin NATO’daki müttefikleri olan batılılardır. Elbette bütün bu karmakarışık olaylar bir gün tasaffi edecek ve Batılılardan hesap sorulacaktır.