1) Kur’an’ın bize öğrettiği kültürde kahramanlık, fedakârlık ve zafer kazanmak gibi şeyler normal sayılır. Dolayısıyla bu gibi konular abartılmaz. Çünkü fail-i hakiki Allah’tır. Dolayısıyla zafer Allah’tandır. Zafer kazananlar mütevazı olmaya devam ederler. İyiliklerinden ve kahramanlıklarından söz edildiğinde mahcup olurlar. Çünkü zafer komutanın değil, ordunun hakkıdır. Eğer bir komutan haddi aşıp kazandığı zaferle övünür ve tevazudan vazgeçerse koskoca ordunun hakkına tecavüz etmiş olur.
Nitekim Resûlüllah (sav) Mekke’yi fethettiği zaman, başını önüne eğmiş ve Allah’a şükretmiştir. Yıllarca kendisine düşmanlık yapan Mekkelilere, “Şu anda size karşı nasıl bir muamelede bulunmamı bekliyorsunuz?” buyurdu. Mekkeliler hep bir ağızdan, “Sen kerim ve merhamet sahibi bir kardeş ve kerim bir kardeşin oğlusun” dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (sav) hiç gurura kapılmadan (اذْهَبُوا فَأَنْتُمْ الطُّلَقَاءُ) “Gidiniz, hepiniz serbestsiniz”[1] buyurdu. Kudüs’ü fetheden Salahaddin Eyyûbî, İstanbul’u fetheden Sultan Fatih ve diğer fatihler fetihten sonra da mütevazı olmaya devam etmişlerdir.
Merhum Abdülkadir Badıllı ağabey henüz hayatta iken İsmail Benek Hocanın yönetiminde yapılan “Ağabeyler Paneli” serisinde Badıllı ağabey, Şanlıurfa’da bir panelde anılmıştı. Panelistlerden birisi bu fakirdi. Panelde Badıllı ağabeyin dev-asa eseri “Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları”nı anlatacaktım. Panel başlamak üzereydi fakat Badıllı ağabey bir türlü salona gelmek istemiyordu. Konferans salonunun arka odalarında oturuyordu. Ben kendisiyle görüştüm, neden salona gelmediğini sordum. Badıllı ağabey, “Hocam, benim hayatımı anlatacaksınız, kitaplarımdan söz edeceksiniz. Beni methedeceksiniz. Ben böyle mübalağalı sözleri dinleyip mahcup olmak istemiyorum” dedi. Ben kendisine, “Ağabey, sözlerimizde abartı olmaz, Bilimsel tebliğler hazırladık; neyse onu anlatırız” dedim. Ama o, “Hayır kardeşim, siz konuşmalarınızı bitirin, salona öyle geleceğim” dedi. Badıllı ağabeydeki bu nazikliği, bu mahcubiyeti ve bu tevazuyu unutmak mümkün değildir.
Ramazan ve Kurban bayramları ise, neşe ve sevinç günleri olup Allah tarafından ihsan edilmişlerdir. Ancak bayram günlerinde neşe ve sevinçte aşırıya kaçıp günah işlemek, diğer günlerden farklı olarak Allah’a karşı büyük bir saygısızlık kabul edilmiştir.
Batı kültürünün hâkim olduğu yerlerde ise zafer kazananlar kibir ve gurur abidesi olurlar. Bir eser yazan kendisinden bahsedilmesi için reklam yaptırır ve bu yolda büyük miktarda paralar harcar.
2) Bizim kültürümüzde kavga edenlere müdahale edilir ve kavga önlenir. Çünkü bu dünya kavga etmeye değmeyecek kadar kısa ve geçicidir. Allah (وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَٓا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌؕ وَلَلدَّارُ الْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذٖينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ) “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için şüphesiz ki ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” buyuruyor. Bizde en ağır spor güreştir. O da, kimse zarar görmesin diye yağla yumuşatılmıştır. Buna rağmen güreş de fazla tasvip görmez, atalarımız, “Atın delisi rahvan, insanın delisi pehlivan olur” demişlerdir. Çünkü bu hayatta asıl olan mücadele değil yardımlaşmaktır.
Batı kültüründe ise egoizm hâkim olduğundan eskiden düello adı altında herkesin gözü önünde insanlar birbirilerini kıyasıya öldürüyorlardı. Batıda hayat kavgadan ibaret olduğu için sporların çoğu vahşicedir. Eskiden insanlar aslanların ve kaplanların önüne atılırdı. Şimdi ise boğalar, kılıçlı insanların önüne atılıyor. Böyle bir durumda ya boğa ölür ya da adam… İşin ilginç tarafı insanlar bu vahşice oyunu seyretmek için para ödüyorlar. İngiliz haber ajansı BBC’nin verdiği haberde, 2011’de yapılan bir araştırmaya göre 1900-2011 yılları arasında, yaklaşık bir asırda, Batı ülkelerinde oynanan boks maçlarında en az 1750 boksör ringde hayatını kaybetti. Yani ortalama her yıl yaklaşık 15 boksör hayatını kaybediyor. İspanya ve Güney Amerika ülkelerinde yapılan boğa festivallerinde son 15 yılda en az 75 kişi öldü.
3) Kültürümüz toplumcu, birleştirici ve maneviyatçıdır. Yani bizim kültürümüzde hayat bir mücadele değil bir yardımlaşmadır. Bu sebeple komşu hakkı akraba hakkından önce gelir. Kur’an ve hadisten çıkarılan “Kendini onun yerine koy” prensibi her zaman ve her yerde geçerlidir.
Allah (اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌࣖ) buyurarak bütün müminleri kardeş ilan etmiştir.[2] Bu yüzden bizim kültürümüzde hayat bir kavgadan ibaret değildir. “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölmüş bana ne, Sen çalış ben yiyeyim” gibi ifadeler bencilliği simgeler. “Hayat bir mücadeledir, Kim güçlüyse o kazanır, Önce can sonra canan ve Gemisini kurtaran kaptan” gibi sözlerin hiç birisi kökeni itibariyle bize ait değildir. Çünkü Peygamberimizin bize öğrettiğine göre komşusu aç iken tok yatan bizden değildir.[3]
Resûl-i Ekrem (sav), “Sizden birisi kendi nefsi için istediğini başkası için de istemedikçe hakiki mümin olamaz” buyurmuştur.[4] Bu hadis, İslam’ın ahlak yapısını oluşturan beş temel hadisten birisidir. Buna göre Müslüman diğerkâmdır. Yani başkasını da düşünen bir insandır. Hatta eğer “Mümin kimdir?” şeklindeki bir soruya, “Başkasını düşünen insandır” şeklinde bir cevap verilirse yanlış olmaz. Çünkü başkasını düşünmeyen insan bile sayılmaz. Yunus Emre yukarıdaki hadisi şerh ederken şöyle der:
Aksakallı pir koca, hiç bilmez ki hal nice,
Emek vermesin hacca, bir gönül yıkar ise.
Gönül Çalab’ın [Allah’ın] tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki Cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise.
Sen sana ne sanarsan, ayruğa [başkasına] da onu san [düşün],
Dört kitabın manisi, budur eğer var ise.
Onun için başkasını düşünmek, diğerkâm olmak Müslümanın temel vasfıdır. Bu vasfı taşımayanlar Müslüman değil, insan bile olamazlar. Peki, bunun ölçüsü nedir? Bunun ölçüsü Allah’ın rızık olarak kendisine verdiği malın [eğer tarım ürünü ise], 10’da birini veya [eğer ticaret malı ise], 40’ta birini zekât olarak vermektir. Zekâtını verenler sorumluluktan kurulur ve diğerkâmlık vasfına sahip olurlar. Bu itibarla zekât vermek önemli bir ibadettir. Hz. Ebû Bekir, zekâtını vermeyen Araplarla, zekât vermeyi kabul edinceye kadar savaşmış ve onları dinden dönmüş insanlar gibi öldürmekten çekinmemiştir.
4) Bizim kültürümüzde siyaset adamının durumu siyasî rejimden daha önemlidir. Yani en iyi rejim bile ahlaksız adamların elinde çok kötü olabilir. Bir hükümdar eğer ahlaklı ve adil olursa dünyayı adaletle doldurabilir. Bu yüzden İslam şeriatında, ahlakı ve adaleti korumak için, para ve ekonomi adaletle yönetilir. Eğer adalet bir tek adamın sözüyle ya da parayla yönetilirse, devlet yönetimi içinden çıkılmaz bir hal alır. Bunun önüne geçmek için Allah (اِنَّ اللّٰهَ يَأْمُرُكُمْ اَنْ تُؤَدُّوا الْاَمَانَاتِ اِلٰٓى اَهْلِهَاۙ وَاِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ اَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِؕ اِنَّ اللّٰهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهٖؕ) “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor”[5] buyuruyor.
Allah elçisi de, adalet terazisi şaşmasın diye, yöneticilerin hediye almalarını yasaklamıştır. Resûl-i Ekrem (sav) (هَدَايَا الْعُمَّالِ غُلُولٌ) “Yöneticilere verilen hediyeler rüşvettir”[6] buyurmuştur. Resûlüllah’ın ashabı onun adaletine o kadar güveniyorlardı ki, kendilerine göre en ufak bir kayma gördüklerinde hemen itiraz ediyorlardı. Bu itibarla Hz. Peygamber’e (sav) ve Raşid halifelerin dördüne de itirazlar yapılmıştır.
Bir gün Resûl-i Ekrem (sav) el-C’irâne denilen yerde ganimetleri dağıtıyordu. Benî Temim kabilesinden Zu’l-Huvaysara adlı münafık bir adam ayağa kalkarak alışılmadık bir üslupla, (إعدِل يا محمَّدُ فإنَّكَ لم تعدِلْ) “Adil davran ya Muhammed, sen adil davranmadın” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sav): (ويلَكَ ومَن يعدلُ بعدي إذا لم أعدِلْ) “Yazıklar olsun sana, ben adil olmazsam benden sonra kim adil olur?”[7] buyurdu. Olayı seyreden Resûlüllah’ın arkadaşları hayretler içinde kaldılar. Hz. Ömer gibi bazı zatların elleri kılıçlarına gitti. Ancak Resûlüllah (sav) onları sakinleştirip adamın konuşmasına müsaade edilmesini emretti.
İşte Müslümanları vasat ümmet yapan Kur’an’ın kültürü böyledir. Hülefa-i Raşidin, Ömer b. Abdülaziz, dört büyük mezhep imamı, Hüccetü’l-İslam İmam Gazali, İmam Rabbanî, Abdülkadir Geylanî ve Bediüzzaman gibi dünyanın yüz akı insanları yetiştiren kültür budur. Nerede bir cebbar, bir zalim, bir müstebit hükümdar, nerede bir ırkçı faşist ve bir ruh hastası lider varsa Yunan ve Romanın birleşmesinden ortaya çıkan Batı kültüründen çıkmıştır. Bugün dünya barışı, bu cebbarların, bu zalimlerin yüzünden büyük bir tehlike altındadır.