Molla Halil, nam-ı diğerle Melle Halil, Ceylanpınar’ın gülüydü. Yaklaşık 100 bin nüfuslu ilçede Molla Halil’i tanımayan yoktur. Molla Halil, sadece Ceylanpınar’da değil, tüm Şanlıurfa’da, hatta tüm Türkiye’de tanınan bir isimdi. O Türkiye’deki Nur talebeleri arasında, adeta tahtına oturmuş bir hükümdar gibiydi; onu tanımayan yoktu. Herkes onu sevecen, dost canlısı, katî bir dava adamı ve güler yüzlü bir hoca olarak bilirdi.
Kişiliği
Ona bakan ve onunla biraz konuşan, onda samimi, ciddi ve görkemli bir dava adamı kişiliğini görür ve güçlü bir cihat ruhunu hissederdi. Davası için adeta tüm dünyayı karşısına alabilecek kadar cesurdu. Eğer göğsü yarılıp da kalbi görünseydi, orada Kur’an ve iman davasından başka bir şey bulunmazdı. Molla Halil'in yüzünde tebessüm vardı ve şakacıydı. Ancak şakayı laubaliliğe götürmeyen nüktedan bir hocaydı. Samimi olduğu arkadaşlarına takılır, gençlere, “Kulaksız”, büyüklere de “Allah sana bir ton akıl versin” şeklinde şakalaşırdı. Böylece içinde alevlenen ateşi bir nebze söndürmeye çalışıyordu. Çünkü o dertliydi; evet onun yaşadığı dönemde, bir tarafta Batı dünyasının İslam âlemine karşı meydan okuması bütün Müslümanları adeta çaresiz bırakmışken, diğer tarafta Ebediyet güneşi olan Kur’an’a tabi olmayan ve Batıya özenen Müslümanlar, nizamsızlığın en iğrenç örneklerini yaşamlarıyla gösteriyorlardı.
İşte diğer şuurlu Müslümanlar gibi bu iki cendere arasında sıkışıp kalan Molla Halil tüm bunları görüyor ve bunların nasıl düzeltilmesi gerektiğini de düşünüyordu. Nihayet ağabeyi Molla Sabri’nin delaletiyle İslam düşmanlarının planlarını altüst eden Bediüzzaman’ın eserleriyle tanıştığı için kendisini çok bahtiyar hissediyordu. Bu dünyada aradığını bulamayanlara inat Molla Halil aradığını bulmuş ve Molla Sabri’den Risale-i Nur derslerini almıştı. Bu yüzden çok bahtiyardı.
Molla Halil şakacıydı; ama iç dünyası her zaman derin bir ıstırap, sonu gelmeyen bir endişeyle çalkalanıyordu. Kuşkusuz, iç dünyamıza ait ıstırapları eşya gibi teşhir edemeyiz, fakat icabında bir söz, bir şaka, bir damla gözyaşı bize birçok şeyleri bir anda özetler. Molla Halil, içindeki dava coşkusundan dolayı, nefislerinin zebunu olmuş serseri güruha karşı gâh öfkelenir, gâh “Allah onları ıslah etsin; bize de bir ton akıl versin. Bizim kabahatimiz de vardır. Eğer onlara Risale-i Nurları okutabilseydik belki imanlarını kurtarırlardı” derdi.
Molla Halil dünyaya ehemmiyet vermeyen, davasını her şeyin fevkinde tutan bir karaktere sahipti. Ona bakanlar, hayatta hiçbir emeli olmadığını, sadece davası için yaşadığını hemen anlarlardı. Ceylanpınar ulu camii müezzinliğinden emekliydi. Hani bir söz vardır: “Ekmeğini gözyaşlarına katık edenler…” İşte Molla Halil böylelerinden birisiydi. Oldukça kalabalık bir nüfusa [5 kız, 5 erkek] sahip olmasına rağmen evinde misafir eksik olmazdı. Köyden [Yüksektepe köyü] gelen akrabalarının yanı sıra uzak beldelerden Ceylanpınar’a gelen nur talebeleri ona misafir olurlardı. Gönlü bir derya gibi genişti.
Molla Halil, çoğu zaman cevherlerden çok daha değerli kabul ettiği Risale-i Nurları okumak ve okutmakla meşguldü. Gerçekten de ona çuvallarla altın ve kıymetli cevher verselerdi de, “Gel bu cevherleri al fakat Risale-i Nur okumayı bırak” deselerdi, tüm Nur talebeleri gibi Molla Halil de bu teklifi elinin tersiyle iterdi. Bu yüzden o her zaman, “Risale-i Nur talebesi olabilirsek bu bize yeter; bundan daha büyük mutluluk olamaz” derdi. Hastalığında çocuklarına yaptığı tek vasiyet şuydu: “Benim taziyemde Kur’an ve Risale-i Nur okunsun.” Molla Halil’in ruhu şad olsun; taziyesine katılan biri olarak onun vasiyetini yerine getirdik.
Ceylanpınar’a İlk Gidişim
Yıl 1973, Eylül ayının 19’uydu. Diyarbakır İmam Hatip Lisesini bitirmiş, Diyanet İşleri Başkanlığının açtığı sınavları başararak Kur’an Kursu öğreticisi olarak Ceylanpınar’a atanmıştım. Ben Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Ahmet Hamdi Kasapoğlu Hoca’nın (rh) tavsiyesiyle Burdur Yeşilova’ya gitmeyi planlarken Başkanlık binasında Molla Halil’in abisi Molla Sabri ile karşılaştım. Molla Sabri’yi, Mardin İmam Hatip Lisesi 1. Sınıfta okurken tanıyordum. Karşılaştığımda elini öptüm; hoşbeşten sonra, “Sen ne arıyorsun burada?” dedi. Ben kendisine Burdur Yeşilova’ya Kur’an Kursu öğreticisi olarak gitmek istediğimi söyledim.
Molla Sabri beni bir kenara çekti ve şöyle dedi: “Ya kardeşim, sen bize lazımsın; Burdur gibi uzak bir memlekette ne işin var? Ben de zaten Ceylanpınar’a bir Kur’an Kursu Öğreticisi kadrosu almak için Ankara’ya gelmiştim. Allah’a şükür kadro almayı başardık. Şimdi gel, seni Personel dairesine götüreyim ve Burdur’a gitmekten vazgeç, seni Ceylanpınar’a tayin edelim.” Hocamın bu teklifine istemeyerek de olsa olumlu cevap verdim. Sonunda tayinim Ceylanpınar’a yapıldı.
O zaman Ceylanpınar 25 bin nüfuslu bir kasaba olduğu halde ilçe değildi; Viranşehir’e bağlı bir nahiye idi. Orada nahiye müdürü vardı. Tayin onayımı alıp Ceylanpınar’a gittiğimde 19 yaşındaydım. Gençtim ve karşılaştığım herkesi sorgu dolu gözlerle süzüyordum. O zaman Ceylanpınar’daki evler dikkatimi çekmişti; yıkılacak gibi, birbiri üzerine eğilmiş çamurdan yapılardı.
Otobüsten indim ve Kur’an kursunun bulunduğu yeri araştırdım. Bana, “Kur’an Kursu binası Molla Sabri’nin camisinin avlusundadır” denildi. Oraya gittim, bir de ne göreyim; caminin avlusunda, tuvaletlere bitişik bir yerde iki oda ve bir aradan oluşan yörenin klasik evlerine benzer bir yapı vardır. Yanlış yere geldiğimi sandım; tekrar mahallede bakkallık yapan birisine adresi sordum, “Hocam aradığın yer burası, o gördüğün iki oda da Kur’an Kursunun yeridir, Melle Sabri orayla ilgileniyor” dedi. Yani anlayacağınız doğru adresteydim; kaba sıvası yapılmış, badanasız iki sınıf, bir de ara vardı. Fakat kursun dış kapısı olmadığı gibi iç kapılar ve pencereler de yoktu. Oysa benim hayalimdeki Kur’an kursu binası en az bir ilkokul kadar muhteşem bir bina olmalıydı. Kurstan ayrıldım ve caminin bitişiğinde Molla Sabri’nin medrese olarak kerpiçten bina ettiği eve geldim. Kapı açıktı. İçerde biraz durdum, sonra tekrar camiye ve bitişiğindeki kursa geldim. Nereden buraya geldim diye düşündükçe düşündüm.
Hayal Kırıklığım ve Molla Sabri Hoca’nın Nasihati
Eğitim için elverişli olmayan böyle bir yapıyı görünce moralim bozuldu. Yavaş ve mütecessis bir eda ile yola devam ederken yolumun birden bire adeta böyle metruk ve virane bir yere düştüğüne hayıflandım; kalbim çarpmaya başladı. Dakikalar geçtikçe kederle karışık heyecanım artıyordu. “Kış yaklaşıyor. Binanın kapı penceresi ve badanası yok iken bu yerde nasıl Kur’an dersi veririm. Üstelik öğrenci sıraları da yok” diye düşünmeye başladım. Derken ikindi vakti oldu, abdest alıp camiye girdim; caminin görevlisi de yoktu. Benimle birlikte üç- dört kişi daha vardı. Cemaatten birisi, “Beklerseniz Molla Sabri gelebilir. O bize namazı kıldırır” dedi. Fazla geçmeden Molla Sabri çıkageldi; benim de geldiğimi görünce çok sevindi. Namaz kıldırdı, sonra beni o az cemaatle tanıştırdı, “Bakınız bu efendi Musa Hoca’dır. Buraya Kur’an Kursu öğretmeni olarak tayin edildi. Muhakkak çocuklarınızı kursa gönderin” dedi.
Namaz bitince dışarı çıktık; kursun durumunu hocaya anlattım ve “Hocam, siz bana Kur’an Kursu vardır, demiştiniz. Burada nasıl Kur’an dersi verilecektir? Topu topuna iki oda; badana yok, kapı pencere yok, sıra yok; üstelik tuvaletlere yakın olduğu için kötü kokular geliyor. Bu nasıl bir Kur’an Kursu?” dedim. Molla Sabri bendeki bezginlik, aciz ve çaresizliği görünce dehşetle gözlerini açtı ve bana şöyle dedi: “Bana bak hoca efendi, sen bize Melle Ahmed’in ve Haci Yusuf’un (Abimi ve babamı kast ediyordu] emanetisin. Bezginliğe gerek yoktur. Sen buraya maaşını alıp keyif sürmeye değil, burada mazlum olan bu halkın çocuklarına Kur’an-ı Azimü’ş-şan’ı ders vermeye gelmişsin. Bir yolunu bulup kursun geri kalan kısımlarını tamamlayacaksın. Bunun başka yolu yok.”
Molla Sabri öfkeli ve kızgın şekilde konuşuyordu. Zayıf bir adam olduğu için konuşurken boynunun damarları bir şerit gibi kabarıyordu. Doğrusu çağlayan gibi kabaran tavrından biraz korkmuştum. Neden bana karşı böyle davrandığına anlam veremedim. Elbette bana nazı geçtiği için sert davranmıştı. Çünkü köyümüze gelmiş, babamı ve abimi tanıyordu. Ayrıca onun gem vurulmaz bir dava adamı olduğunu unutmuştum. Nihayet bir iki dakika sonra yumuşadı ve tebessüm ederek şöyle devam etti:
“Kardeşim, kursun bazı eksiklikleri vardır diye hemen pes etmeyeceksin. İslam davasını bina eden Resul-i Ekrem’in boyalı-badanalı, koltuklu binaları mı vardı? Resûl-i Ekrem’in (sas), vefat edene kadar deriden yapılmış sert bir şilte üzerinde yattığını biliyor muydun? Ama o, imece usulüyle Medine’de bir cami yaptı ve İslam’ın temellerini burada attı. İşte bu gördüğün camidir. Sen aynı zamanda bu caminin de imamlığını yapacaksın. Sen bu camide, Resûl-i Ekrem’in mihrabında ona vekâlet edeceksin. Aksi takdirde devlet sana maaş verdiği için ve sen caminin komşusu olduğun için mesuliyet sana ait olur. Cuma günleri vaaz verir ve Kur’an Kursuna yardım toplar, eksiklikleri tamamlarsın. Sen 19 yaşındasın. Muaz b. Cebel’in (ra) 19 yaşında Resûl-i Ekrem (sas) tarafından Yemen’e vali yapıldığını biliyor muydun? O halde neden bezginlik gösteriyorsun? Senin yapacağın iş bir valilik değil, topu topuna Kur’an Kursunun eksikliklerini tamamlamaktır. Sen bu işi yapacak yaşta ve kabiliyettesin.”
Molla Halil İle İlk Tanışmam
Molla Sabri Hocam konuşmasını bitirince birlikte, aynı zamanda medrese olan ve camiye bitişik benim kalacağım yere geldik. Baktım, Molla Sabri’den biraz daha kısa, ufak tefek, kırmızıya çalan buğday tenli, beyaz dişli, misafire gülerek bakan siyah gözlü ve tuttuğunu koparan cinsten yakışıklı bir adam medresede oturuyor. Elinde, asrın imamı Bediüzzaman’ın Mektubat’ı vardı. Kitabı okurken yüzünde, olgun ve mağlup edilmez bir mananın gücü vardı. Yüzündeki tatlı gülüş, onun dünyaya ait işlere karşı telaşsız ve gamsız olduğunu da gösteriyordu.
Molla Sabri içeri girer girmez, “Halil, misafirimiz var; Bu efendi, yeni Kur’an Kursu hocamız, Ahmed Hoca’nın kardeşi Musa Hoca’dır. Kalk bize yemek getir ve çay yap” dedi. Anladım ki, orada oturmuş kitap okuyan şahıs Ulu camide müezzinlik yapan Molla Sabri’nin küçük kardeşi Molla Halil’dir. Molla Halil beni görünce çok sevindi; hemen ayağa kalktı ve bana sarılarak, “Hocam hoş gelmişsin, safalar getirmişsin. Birkaç gündür seni bekliyorduk; nerede kaldın?” dedi. Ben de, “Hoş bulduk hocam, resmi işlemler ancak bitti. Bugün Viranşehir müftülüğünde göreve başlama yazım yazıldı ve Ceylanpınar’a geldim” dedim.
Molla Sabri Şehir merkezinden 3-4 km. uzaklıktaki bahçelerinde kaldıkları için merkezdeki evlerinde kalmıyorlardı. Molla Sabri’nin de Molla Halil’in de evi medreseye bitişik sayılırdı. Hemen evden bize yemek getirdi; yemek yedik. Molla Sabri’nin çok az yemek yemesi dikkatimi çekmişti. Yemekten sonra çay içtik. Molla Sabri Kur’an kursu hakkında konuşmaya ve bana moral vermeye devam etti. Molla Halil, tedirginliğim sebebiyle aramızda geçen konuşmaları fark edince Molla Sabri’ye dönerek, “Allah senin hayrını versin. Henüz Kur’an Kursunu bitirmeden Ankara’ya gidip Kur’an kursu öğreticiliği kadrosunu çıkarıyorsun ve bu efendiyi buraya getiriyorsun. Bir de Ceylanpınar’a ayak basar basmaz kendisine, ‘Kursun inşaatını sen tamamla’ diyorsun. Allah sana insaf versin, bunu ne hakla söylüyorsun? Bari Kursun kalan kısımlarını da sen tamamla da hocaya fazla yüklenme” dedi.
Molla Halil’in bu sözü çok hoşuma gitmişti; “Burada benden yana olan bir dostum ve candan bir arkadaşım vardır” diye düşündüm. Fakat Molla Sabri bu sözden rahatsız oldu ve tebessüm ederek şöyle dedi: “Siz ne zamana kadar böyle hazır binalarda hizmet etmeyi, düşüneceksiniz? Birileri size bina yapacak, devlet de size maaş verecek, siz de gelip hizmet edeceksiniz öyle mi? Yok öyle kolay hizmet… Müslümanlar her zaman kolay olanına değil zora talip olmaya, zoru başarmaya çalışmalıdırlar. Hz. Peygamber’in, sahabenin ve Üstad Bediüzzaman’ın, İslam davası uğruna çektikleri sıkıntıları düşünsenize… Kur’an’a ve imana hizmet etmek her zaman öyle kolay olmaz. Taşın altına parmağını koyacaksın. Ben Müslümanlardan topladığım paralarla Kursu bu seviyeye getirdim. Az bir masrafı kalmış. Onu da ikiniz yapsanız ne olur? Bak Halil sen de ona yardımcı olacaksın; kaçamak yok, tamam mı?” Molla Halil, “Tamam tamam, sen artık karışma, ikimiz hallederiz” dedi.
Molla Halil’in Candan Arkadaşlığı
Ceylanpınar’a tayin olmadan önce, Molla Halil adında cihat ruhu çok kuvvetli bir zatın varlığından haberdardım. Ben hayalimde özü, sözü bir, darlıkta bana yardım edecek, bollukta benimle gülecek ve gerektiğinde bana rehberlik yapacak, neşeli ve güler yüzlü bir arkadaş tahayyül ediyordum. Arkadaşımın zengin olmasını ve siyasi ikbale sahip olmasını beklemiyordum. Hatta her zaman yeni kıyafetler giyen ve kravat takan birini değil, başında takkesi olan ve biraz da kalender olan bir arkadaş hayal ediyordum. İçimden, “Acaba arkadaş canlısı ve gece gündüz beraber olacağım böyle bir dostum olur mu?” diye hep düşünürdüm.
Molla Halil ile karşılaşıp onun misafirperverliğini görünce aradığım arkadaşımı bulduğumu anlamıştım. Çünkü Molla Halil’in yüzünde daimi bir neşe vardı. Kederli olduğu anlarda bile tebessümü yüzünden eksik etmez, medreseye gelir ve “Kulaksız, gel biraz Risale okuyalım” diyerek o kederli anların üzerine kalın bir perde çekerdi. Risale-i Nur’a ve Üstat Bediüzzaman’a çok bağlıydı. İsteseydi Ceylanpınar’da arsalara ve evlere sahip olabilirdi. Ama o fazla malın gereksiz bir yük olduğunu anlatırdı. Molla Halil’in şakalarındaki tat, şekercinin şekerinde bile yoktu.
Molla Halil Hoca’da bencil bir menfaat hissine hiç rastlamadım. Kur’an davası söz konusu olduğu zaman kendi menfaatini en sonra düşünürdü. Zayıf ve nahif birisiydi; bedenen çok güçlü değildi ama ruhen çok güçlü, cesur ve mert birisiydi. Evet, karmakarışık dünyanın türlü türlü velvelesinden uzak olan, hayatı olduğu gibi kabul eden, şahsına değil daha çok arkadaşlarına önem veren kalender birisiydi Molla Halil. Onun için ne söylesem belki çok belki az olur ama Molla Halil tek kelimeyle candan bir arkadaştı.
Kapı-Pencerelerin Yapılması
Molla Sabri ile ilk karşılaşmamızdan birkaç gün sonra Molla Halil yanıma gelerek letafetli bir üslupla, “Sen Sabri Hoca’ya bakma; o bu zamanın insanı değil; O İmam-ı Gazali zamanında gelmeliydi de yanlış zamanda gelmiş. Sen merak etme; bak burada marangozluk yapan Tuhup’lu bir köylünüz vardır. Hacı Sadık’ın oğlu Necmettin… Dükkânı PTT’nin karşısındadır. Onunla aram iyidir, yarın birlikte onun yanına gidelim, hem tanışırız, hem de Kur’an Kursunun kapı ve pencereleri için bir iş görüşmesi yaparız. Bir adam da söz verdi; badanayı yapacak” dedi. Ben de, “Olur hocam” dedim. Ertesi gün birlikte Hacı Necmettin’in dükkânına gittik. Molla Halil ona uzaktan selam verdi; sonra, “Bak sana kimi getirdim, bu hocayı tanıyor musun? Bu senin köylün, belki de akraban olan Tuhup’lu Haci Yusuf Koro’nun oğlu Musa Hoca’dır” dedi. Haci Necmettin’le tanıştık; hoşbeşten sonra konuya girelim dedik.
Molla Halil ona şöyle dedi: “Bak Hacı efendi, bizim kursun iki sınıfı vardır. Musa Hoca Kursun hocası olarak tayin olmuş. Ancak Kursun dış kapısı, iç kapıları ve pencereleri yoktur. Sen bunları bize yapacaksın, biz de senin babanın ruhuna bir Fatiha okuyacağız, olur biter.” Molla Halil şaka yapmayı severdi. Sonra tekrar söz başladı ve şöyle dedi: “Sen bunları yapacaksın; Cuma günleri cemaatten toplayacağımız paralarla senin ücretini taksit taksit ödeyeceğiz. Sen de büyük sevaba nail olacaksın” dedi. Adam teklifi kabul etti ve: “Hocam, sizin dediğiniz bu kapılar ve pencerelerin fiyatı 450 liradır, ama ben size 350 liraya yaparım. Ne dersiniz?” Ben şahsen çok ucuz buldum. Çünkü benim maaşım 1115 liraydı. İçimden, “Sıkışırsak maaşımdan öderim” dedim. Fakat Molla Halil biraz indirmeye çalıştıysa da adam indirmedi. Biz teklifi kabul ettik ve çıktık. Adam bir hafta içinde kapı pencereleri taktı. Bir adam da badanasını yaptı. Cemaatten topladığımız paralar önemli bir yekûn teşkil etmiyordu. Dört ay sonra, adamı fazla sıkıntıya sokmamak için kalan 200 lirasını cebimden verdim.
Öğrenci Sıraları
Halil Hocama, “Hocam Kur’an Kursunda öğrenci sıraları yoktur; bunları nereden temin edebiliriz acaba” dedim. Hoca, “Burada bir ilkokul vardır. Gerçi müdürü solcudur ama aramız iyi sayılır. Yanına gidelim; kullanılmayan eski sıralar varsa onları isteyelim” dedi. Birlikte ilkokul müdürünün yanına gittik. Hoca hoşbeşten sonra konuya girdi ve şöyle dedi: “Bak hocam, bu beyefendi Ceylanpınar’ımıza Kur’an kursu öğretmeni olarak tayin olmuştur. Malum, devlet Kurs binalarını yapmaz. Halkımızın yardımlarıyla binalar yapılıyor. Biz iki sınıf açtık, ama sıralarımız yoktur. Eğer kullanılmayan eski sıralarınız varsa bunu Kur’an Kursuna verirseniz çok makbule geçer. Devletin malı yine devlete gitmiş olur ama size de sevap yazılır.”
Müdür, “Hocam çok eski sıralarımız vardır. Eğer beğenirseniz ve işinize yararsa alıp götürebilirsiniz” dedi. Okulun ardiye bölümüne gittik; üst üste konulmuş oldukça eski, bazılarının kenarı kırık sıralar vardı. Hemen içlerinden on beş tane sıra seçtik ve bir at arabasıyla Kurs binasına taşıdık. Böylece Kur’an kursunun sıralarını da halletmiş olduk. Molla Sabri haklıymış; olaylara toptan bakarak, “Bu iş olmaz, çok zordur, bu işin altından kalkamam” demek yanlışmış. Sabırla ve Allah’ın yardımıyla işler yavaş yavaş yoluna girmiş oldu.
Öğrencilerin Temin Edilmesi
Kursun badanası yapıldı, kapı-pencereler takıldı ve sıralar temin edildi. Fakat asıl önemli olan öğrenci bulmaktır. Kur’an Kursunun berbat bir yönetmeliği vardı. Yönetmeliğe göre ilkokul mezunu olmayan öğrenci Kur’an Kursuna kayıt edilmezdi. Öğrenci sayısı 15’ten aşağı olduğu takdirde Kurs kapatılırdı. Anlaşılan o ki, işin en zor tarafı öğrenci bulmaktı.
Yeterli sayıda öğrenci bulmak için Molla Halil ile birlikte her gün esnafı dolaşıyor ve evleri ziyaret ediyorduk. Nihayet çocuğunu ilkokula göndermeyen 6 aile bulduk; onların ilkokul mezunu olan çocuklarını kursa kayıt ettik. Ayrıca ilkokula giden öğlenci çocukları da Kursa kabul ettik. Onlardan da 8 kişi vardı. Ancak bunlar kayıt şartlarını taşımıyorlardı. Dolayısıyla henüz ilkokul mezunu 9 kişiye daha ihtiyacımız vardı. Aksi takdirde öğrenci sayısı 15’in altına düşerse kurs kapanırdı. Molla Halil, “Merak etme, ben onları halledeceğim” derdi. Çarşı esnafından 9 kişinin nüfus cüzdanlarını getirdi; böylece ilkokul mezunu 15 kişinin kaydı tamamlanmış oldu.
Medresedeki Hayat
O zamanlar din görevlileri, diğer memurlara göre en az maaş alan memurlardı. Molla Halil ilkokul mezunu, bir de müezzin olduğu için maaşı en az olan memurdu. Kendisi evli ve çocuk sahibi olduğu halde maaşı 800 liraydı. Ben Lise mezunu olduğum için maaşım onunkinden 315 lira daha fazlaydı. Ziraat teknisyenleri teknik kadroda oldukları için 1700 lira maaş alıyorlardı. Bu şekilde maaşlar arasında ciddi bir dengesizlik vardı.
Bir gün konuşmalar arasında maaşlar söz konusu oldu. Molla Halil, “Bu ziraat teknisyeni efendiler ne kadar maaş alıyorlar?” dedi. Ben de “Sanırım 1700 lira maaş alıyorlar” dedim. Molla Halil şaşırdı; çünkü onun iki mislinden daha fazla maaş alıyorlardı. Molla Halil, “Vay vay vay, Allah hükümete bir ton akıl versin, bunlar ne iş yapıyorlar ki bu kadar maaş alıyorlar? Eklühu Ala’s-Sultan u yıdırrıtu F’il-Hitân (Yemesi-içmesi devlete ait ve duvarlara osurur) dedikleri bu olsa gerek” dedi.
Molla Halil’in Ailesi
Molla Halil’in maaşı az olmasına ve kalabalık bir nüfusa sahip olmasına rağmen iktisadın bereketiyle çocuklarını büyüttü. En önemlisi de, bazı nur talebelerinin yapamadığını yaptı ve tüm çocuklarına Risale-i Nur okutmayı başardı.
Hani derler ya, her başarılı erkeğin arkasında bir hanım vardır. Molla Halil’in Kur’an hizmetinde ve hayatta başarılı olmasının arkasında çok değerli eşinin büyük payı vardır. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ben Ceylanpınar’da iken Molla Halil’in çocukları ufaktı. Oraya vardığım sıralarda Abdülbaki yeni doğdu. Benim de manevi annem sayılan değerli eşi bir tarafta çocuklarla meşgul iken diğer tarafta gelen misafirlere hizmet etmekten geri kalmazdı. O zaman çamaşır makinesi olmadığı halde defalarca benim ve dışarıdan gelen bazı misafirlerin elbiselerini yıkardı. Allah ondan ebeden razı olsun. Molla Halil’in değerli eşi o evin manevi mimarıydı.
Üniversite Sınavları
Ceylanpınar’a geldiğimin ertesi yılı Üniversite sınavlarına girdim. Eğer kazanırsam Ceylanpınar’dan ayrılacaktım. Molla Halil bunu öğrenince üzüldü. Hatta sınava girmemem için çok dil döktü. Çünkü benim oradan ayrılmamı istemiyordu. “Burada birlikte hizmet edelim keçeli” derdi. Ama ben mutlaka üniversite okumalıyım diye düşünüyordum. Bu yüzden çok sevdiğim dostumu dinlememiş ve üniversite sınavlarına başvurmuştum.
1974 yılının Temmuz ayında Ankara’da sınava girdim. Sonuçlar Ağustos ayının sonlarında belli olacaktı. Ağustos ayı gelince sınava girmiş bazı adayların sonuç kâğıtları gelmiş diye duydum. Hatta “Ceylanpınar’dan 6 kişi kazanmış” deniliyordu. Ama benim kâğıdım bir türlü gelmiyordu. Meğerse bizim Molla Halil PTT müdürüne gitmiş ve “Musa Hoca’nın kâğıdı gelirse lütfen bana ver, ben ona vereceğim” diye tembihte bulunmuş. Müdür de kâğıdımı Molla Halil’e vermiş. Bir hafta bekledikten sonra adresime bir belge gelmeyince PTT’ye gittim ve durumu araştırdım. Müdür bey, “Hocam, kâğıdını Molla Halil’e verdim, o sana vermedi mi?” dedi.
Eve geldim ve Molla Halil’in camiden gelmesini bekledim. Benim PTT müdürüme gittiğimi anlamış olmalı ki, geldiğinde elinde bir zarf vardı ve gülüyordu. Sonra bana, “Hocam sen İslami İlimler Fakültesini değil ODTÜ Fizik bölümünü kazanmışsın. Allah sana bir ton akıl versin, orada okuyup da ne olacaksın?” dedi. Ben de biraz kızarak, “Hocam neden kâğıdımı saklıyordun?” dedim. Böylece aramızda tatlı bir sohbet geçmişti. Evet, ben ODTÜ hazırlık okulunda bir ay okuduktan sonra ek kontenjanla Erzurum İslami İlimler Fakültesine girdim.
Mehmet Emin Değer
Molla Halil, herkese letafetle yaklaşıp şakalaştığı için arkadaşlar da onu gördüklerinde tebessüm eder ve onunla şakalaşırlardı. Bu yüzden şakanın tonunu ayarlayamayanlar olsa bile Molla Halil şakayı kaldırırdı. Onun yeğenlerinden, benim de Mardin İmam-Hatip’ten arkadaşım Mehmet Emin Değer dayısı Molla Halil’le şakalaşmayı seven biriydi. Kendisi İmam Hatibi bitirdikten sonra devlette çalışmadı ve iş hayatına atıldı. Şu andaki durumunu tam bilmiyorum ama çok başarılı bir iş hayatı vardı. M. Emin Değer hem çalışkan, hem siyasetle ilgilenen yardımsever bir işadamıdır.
M. Emin Değer aynı zamanda, Molla Sabri ve Molla Halil dayılarını örnek alan bir Risale-i Nurun talebesidir. Kendisi Üstat Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u, TV ekranları dâhil her ortamda savunmaktan çekinmeyen fedakâr bir kişiliğe sahiptir. Kendisi anlatıyor:
Bundan birkaç yıl önceydi, Molla Halil dayımın hasta olduğunu söylediler. Ben de Ankara’dan kendisini telefonla aradım. “Dayı geçmiş olsun; nasılsın, iyi misin?” dedim. Molla Halil kısık bir sesle, “Allah razı olsun, iyiyim” dedi. Fakat sesi kısık geliyor, adeta korkmuş gibi üzerinde bir tedirginlik hali vardı. Ben de onun şakayı kaldıracağını bildiğim için dedim ki: “Ya dayı bu ne? Ölümden kormuş gibi bir halin vardır. Hani Risale-i Nur okuyup hep ölüme meydan okuyordun? ‘Mevt vazife-i hayattan bir terhistir, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bakiyeye bir devrettir’ diyordun? Şimdi ne oldu da hastalandığında ölümden korkmaya başladın?” Böyle söyleyince hemen gülmeye başladı ve: “Allah sana bir ton akıl versin, ben ölümden korkmuyorum. Biraz rahatsızım” dedi.
Molla Halil 6-7 yıl boyunca hasta kaldı. Fakat hiçbir zaman Risale-i Nur hizmetini ihmal etmedi. Fırsat buldukça Şanlıurfa’da çalışan oğlu M. Said’in yanına geldiğinde mutlaka medreseye de uğrardı. Hastalığı ağırlaşmış olmasına rağmen hizmetle ilgilenir ve gelen gidenle şakalaşır, tebessümü yüzünden eksik etmezdi.
Sad Salo
Üstat Bediüzzaman Nusaybin’i ziyaret ettiğinde bir hocayla karşılaşmış. Aralarında bir konuşma geçmiş. Üstat o zata: "Sad Salo…(Yüzlük adam). Sen yüz sene yaşayacaksın, Ben Urfa’da vefat edeceğim ama kabrimi açıp oradan alıp götürecekler" der. Bu zat tam 100 yaşını doldurunca 1973 de Nusaybin’de vefat etmiştir.
Molla Halil Sungur ağabeyle karşılaşınca Sungur ağabey ona, “Sad Salo” demiş. Bu yüzden Molla Halil gülerek, “Ben yüz yaşına kadar yaşayacağım inşallah, yüz… yüz…” derdi.
Bazen hasta olanları ziyaret ettiğinde, ortamı letafetle yumuşatmak için, “Nasılsın, iyi misin? Gidecek olursan babama da selam söyle” derdi.
Molla Halil “Yüz, yüz” derdi ama kader-i ilahinin yazgısı farklıydı, 4 Kasım 2022 günü 89 yaşında Allah’ın rahmetine yürüdü. Sungur ağabeyin onun için “Sad Salo” demesi, Kur’an hizmetinde geçireceği ömrün yüz yıl değerinde olacağına işarettir. Ruhu Şad olsun… Çocukları ve dostlarının başı sağ olsun.