Özgürlük genel ve ilahi bir yasadır. İnsanoğlunun düşünceleri ve kişiliği ancak özgür bir ortamda gelişir. Nasıl ki, bir bitki hava, toprak, su ve ısının buluştuğu uygun bir ortamda gelişirse aynen bunun gibi insan da dünyaya geldiğinde kişilik, düşünce ve sosyal çevrenin buluştuğu uygun bir ortamda gelişir. İşte özgürlük bu buluşmanın, uygunluğun, sosyal ve tabii uyumun adıdır. Bunun içindir ki, “Hak ve özgürlük” insanoğlunun içini ferahlatan iki sözcüktür. Ancak bu sihirli sözcüklerin insanı ne kadar mutlu ettiğini anlayabilmek için “İnsan ne kadar özgürdür? Özgürlüğün sınırı nedir? Tarih boyunca insanlar hak ve özgürlüklerini ne kadar koruyabilmişlerdir? İnsan Allah'a karşı özgür olabilir mi? Özgürlükler nasıl korunabilir?” gibi sorulara cevap vermek gerekir.
Konuya girmeden önce bir hususun belirtilmesinde yarar vardır: Özgürlüğü “mutlak özgürlük” şeklinde ele almak yanlıştır. Başka bir ifade ile, özgürlüğü, her türlü arzu ve isteklerin sınırsız kullanılması şeklinde anlamak kelimenin tam anlamıyla fikrî ve cismanî bir anarşi doğurur. Çünkü bu dünyada bütün arzu ve isteklerini elde edebilen bir insandan hatta bir hayvandan bile sözetmek mümkün değildir. O halde özgürlük kavramını arzu ve isteklerin tümüyle yerine getirilmesi şeklinde anlamak kesinlikle yanlıştır. Aslında insan fıtratında “diğergamlık ve başkalarına saygılı olma” düşüncesi varoldukça mutlak özgürlüğün varlığından sözetmek zaten mümkün değildir. Eğer insanlar bir gün başkasını düşünme ve diğergamlık vasfını tamamiyle kaybedecek olurlarsa belki mutlak bir özgürlük yaşayabilirler. Ancak bu durum, özgürlükten ziyade bir keşmekeşliktir.
Bugüne kadar özgürlük için bir çok tanım yapılmıştır. Fakat yapılan bu tanımları iki grupta toplamak mükündür. Birinci gruba göre özgürlük, insanın başkalarına zararı olmadıktan sonra istediğini yapmakta serbest olmasıdır.[1] Bu gruba giren tanımlarda insan-Allah ilişkisi dikkate alınmadığı gibi mutlak ve sınırsız bir özgürlük anlayışı amaçlanmıştır. Oysa insan hem Allah'a hem kendi nefsine karşı sorumludur. İkinci gruba giren tanımlara göre özgürlük, insanın ne kendisine ne de başkasına zarar vermeyecek derecede hareketlerinde serbest olmasıdır.[2] “Ne kendisine ne de başkasına zarar vermemek” kaydı, özgürlüğün manevi boyutuna işaret etmektedir. Kuşkusuz eğer özgürlük sadece maddi boyutuyla ele alınacak olursa o insana yakışan bir özgürlük değildir. Nitekim, Bediüzzaman Said Nursi özgürlüğü şöyle tarif eder: “Hürriyet budur ki, kanun-u adalet ve te'dipten başka hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes hareket-i meşruasında şahane serbest olsun.”[3] Bu tanıma göre özgürlükler adil kanunlar çerçevesinde kullanılmalıdır. Kişinin özgürlüğünü kullanması başkasına zarar vermeye ve tahakküm etmeye yol açmamalıdır.
İnsan özgürlüğünü kullanırken özel hayatında herşeyi yapmakta serbest değildir. İnsan Allah'a karşı sorumlu olduğundan özel hayatında ancak meşru arzular çerçevesinde özgürlük sahibidir. Bir başka ifadeyle, insan gayri meşru dairede nefsini ahirette helak edecek işler yapmakta özgür değildir.
Ancak bugünkü tanımlanmış şekliyle özgürlük Avrupanın siyasi ve kültürel tarihinin bir ürünüdür. 19. yüzyıldan başlamak üzere humanizm ve modernizim adı altında insanın özgürleşmesini savunan yazar ve sanatçılar özgürlüğü, yabancılaşmayı aşmaya yarayan bireyin çabası olarak tanımladılar. Bu düşünceye göre insan tam olarak özgürleşmek istiyorsa insan dışı veya insan üstü bir varlığa başkaldırmalıydı. Kendilerine karşı başkaldırılacak varlıklar arasında Allah da vardı kuşkusuz. Bu anlamda hümanizm de, ferdiyetçi bir felsefenin ideolojisi olarak insanı Allah'a karşı özgürleştirmeyi amaçlamış ve buna uygun olarak din dışı, yani mukaddesatı olmayan bir felsefe ve sanat olarak hayata müdahele etmiştir.[4]
Ama biz müslümanlar hiçbir zaman insanın özgürlüğünden bu manayı anlamadık. İslamın temel kaynakları özgürlüğü kelime-i tevhidin yani Lailahe illallah'ın gerçekleşmesinde görüyor. Yani insan ancak gerçek olmayan bütün mabutları redetmek suretiyle özgürlüğüne kavuşabilir. İnsanın, Allah dışında mabut olarak seçtiği bazı şeyler vardır. Bunlara mabut denebileceği gibi, put, sanem, ilah, lider, sınıf, parti, fikir, tağut, felsefe veya kavram da denebilir. İşte insan bütün bunları redederek gerçek özgürlüğünü ve bağımsızlığını kazanabilir. Nevar ki, bağımsız kalan insan boşlukta kalamaz. Mutlak varlık dünyasında hakiki ve üst bir ilkeye bağlanmak zorundadır. İşte Lailahe illellah böyle bir bağlanışın ifadesidir. Yalancı, sahte ve saptırıcı bütün ilahlar rededildikten sonra hakiki mabuda yani Allah'a dönülür ve O'na bağlanır.
Gözlerini çok tanrılı bir toplumda açan Hz. İbrahim'in, nasıl kainattaki nesneleri ve tabiattaki değişiklikleri gözetleyip düşündüğü ve sonunda ilahi hakikate vardığı Kur'an'da anlatılmaktıdır.[5] Kur'an'dan anlaşıldığı kadarıyla Hz. İbrahim, her tarafta sahte ve batıl tanrı ve tanrıçalara tapıldığını, güneş, ay ve yıldızlara ibadet edildiğini görmüş ve bu düşünce esaretinden uzaklaşarak, (إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ) “Ey Kavmim! Ben O’nun birliğine inanarak yüzümü gökleri ve yeri yoktan vareden Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim” diyerek gerçek özgürlüğünü ilan etmiştir. Buna biz itikadî özgürlük diyoruz.
Bundan sonraki aşamada özgürlük nitelik değiştirir. Allah'a bağlanan özgür insan ona karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için yeni özgür alanlar aramaya başlar. Sözünü ettiğimiz ilk özgürlük ruhsal ve entellektüel bir cehd ve çaba sonucu elde edilmişti. Yani itikadi bir özgürlüktü. İkinci kademedeki özgürlük ise maddi ve sosyal dünyanın imana göre yeniden düzenlenmesini ve değiştirimesini zorunlu kılar ki, bu özgürlük artık amelî bir özgürlüktür.
İnsanoğlu bu iki alan arasında tutarlı bir mutabakat ve uyum kuramadığı sürece varlık dünyasının bu en aşağı mertebesinde ne kendisini gerçekleştirebilir, ne de varoluşunun nihai anlamını.[6] Yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi Hz. İbrahim kavmine sürekli mesaj vermiştir. Ancak kavminin, putperestlik yüzünden anlama yeteneklerini kaybettiklerini görünce bir gün görevlilerin yokluğunu fırsat bilerek puthaneye girmiş ve büyük putun dışında kalan bütün putları kırıp geçmiştir.[7] Kuşkusuz Hz. İbrahim burada yeni bir özgürlük alanı aramaktadır. Bu yüzden putpereset olan kavminin putlarını kırmıştır. Böylece düşünme yeteneklerini büyük ölçüde kaybetmiş olan zavallı insanları düşünmeye davet etmek istiyordu. Hz. İbrahim baltayı vurduğu zaman sadece çok tanrılı dinlerinin bir ayin şeklini ortadan kaldırmak istemiyordu, aynı zamanda sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik düzenlerinin temellerine ve insanları nefsin esaretine sokan eğlence dünyalarına da balta vuruyordu.
Kısacası İslam özgürlüğü, yalnız insanın arzu ve isteklerini tatmin etmesi olarak ele almaz. İslama göre özgürlük hem ruhun hem de vücudun rahatını sağlayacak insani bir değerdir. Zira insanın ruhundaki latifeler ve ulvi hisler, özgürlük duygusunun kaynakları hükmündedir. Bazı hayvanlarda ve ruhsal yönden çöküntü içerisinde bulunan insanlarda özgürlük duygusunun olmaması bu açıdan değerlendirilmelidir.
Prof. Dr. Ali Fuat Başgil'e göre insanın özgür olması demek, onun maddi ve manevi varlığına, yani benliğine sahip olması, şahsının efendisi, fikir ve kanaatlarının maliki olup endişesizce hareket etmesi ve rahatça nefes alması demektir.[8] Denebilir ki, insan ancak Allah'ın kulu olduğunu kabul etmekle gerçek özgürlüğüne kavuşabilir. Başka bir ifadeyle, insan kendisini Allah'a karşı özgür hisedemez. Allah'a karşı kendisini özgür hisseden bir kimse eşyaya bağımlı olduğunu ilan etmiş olacağı gibi hareket alanını da daraltmış olur. Batılı toplumlar bugüne kadar insanın Allah'a karşı özgür olabileceğini zanederek insan özgürlüğünü hep yanlış yerde aradılar. Oysa Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi insanlar ne kadar kendilerini özgür hisetseler bile yine Abdullah'tırlar.
[1] Abbas Ali Amid Zencani, Hukuku'I-İnsani fi’l-İslam. Tahran, 1987; s. 71.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, Munazarat (İctimai Reçeteler), İstanbul, 1990, s. 41.
[3] Said Nursi, a.g.e., 5.42.
[4] Ali Bulaç, Özgürlük Üzerine, Yeni Zemin, Mart, 1993.
[5] En'am, 7: 76-79.
[6] Ali Bulaç, a.g.e., a.y.
[7] Enbiya, 21: 58.
[8] Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, İst., 1976, s. 335.