İslâmiyet peygamberleri, insan neslinin öğretmenleri olarak kabul eder. Kur'an-ı Kerim peygamberlerin görevlerini şu şekilde izah eder: (يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ) “Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirlerini indirir.”[1]
Ayetten anlaşıldığına göre peygamberlerin en büyük görevi insanları özgürleştirmektir. Burada ifade edilen ağırlıklardan ve zincirlerden maksat, insanın özgür yaşamasına engel olan başta şirk olmak üzere günahlar, bit'atlar, ve cahilî geleneklerdir. Kur'an'ın en çok hayretle karşıladığı hususlardan birisi de insanların “Bizim dedelerimiz böyle düşünüyorlardı, biz de böyle düşünürüz” şeklindeki kör taklitleridir. Oysa insanlık sürekli bir kemale doğru yol almaktadır. Cahil olanların çocukları da onlar gibi cahil kalırsa insanlık uygarlıkta bir adım bile ilerlemeymez.
Bu açıdan denilebilir ki, Peygamberler insanları tağutların zulmünden ve nefsin esaretinden kurtarmak için gönderilen şahsiyetlerdir. Bu itibarla peygamberler yer yüzünde Allah'ın temsilcileri durumunda iken tağutlar nefsin ve şeytanın temsilcileri olarak iş yaparlar. Tağut, arapçada genel olarak “haddi aşan kimse” için kullanılır. Kur'an'da ise, Allah'a isyan edip kendisini, hizmetkârları üzerinde sahip ve hükümran gören ve onları kendisine hizmetkâr yapmaya zorlayan kimseler için kullanılmaktadır. Allah'a karşı isyan etmekte fasık, kâfir ve tağut olmak üzere üç suç derecesi bulunur. Eğer bir kimse Allah'ın kulu olduğunu kabul edip tatbikatta onun emirlerine karşı gelirse o kimse “fasık” olur. Allah'a karşı bağımsız olup ta başkasına bağlanırsa o kimse “kâfir” olur. Eğer Allah'a isyan etmekle birlikte onun kullarını kendine kul edinme gayretinde olursa bu kimse “tağut” olur.[2]
Kur'an şöyle der: (فَمَن يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِن بِاللَّهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَىٰ لَا انفِصَامَ لَهَا) “Kim tağutu red ve Allah'a iman ederse asla çözülmeyen sağlam bir desteğe sarılmış olur.”[3] Kur'an'da müfred olarak zikredilen “tağut” kelimesi, edat-ı tarifle geldiği için aslında çoğul manasındadır. Çünkü Allah’a kul olmayı redddip onu inkar eden kimse, başta nefis ve şeytan olmak üzere bir çok tağutun kulu olmayı kabul etmiş olur. Afakî ya da enfüsî olan bu tağutlar kişiyi kendi arzu ve ihtiraslarına esir etmek isterler. Tağutlara esir olan kimse ise, onları memnun etmek hayaliyle ömrünü boşuna tüketmiş olur. Kur'an, bu durumda olan insanları esaretten kurtarmak, başka bir ifadeyle onları hayvansal hayat mertebesinden kurtarıp insanî hayat mertebesine yükseltmek istiyor.
Ancak insanları hayvansal hayat mertebesinden ve nefsin esaretinden kurtarmak çok kolay değildir. Zira esareti özgürlük telakki edenlere özgürlük dersi vermek oldukça zordur. Böylerine karşı Resulünün nasıl muamele etmesi gerektiğini Allah şöyle buyruyor: (قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ) “Ey Resûlüm! Sen Allah de, sonra onları bırak. Daldıkları bataklıkta oynaya dursunlar.”[4] Yani düşünmeyen insanları bırak. Onlar zaten hayvansal hayat mertebesindedirler. Hatta hayvandan da daha sapkındırlar. Sonuç itibariyle Allah tarafından yaratılmayıp tesadüfen meydana geldiklerini düşünenler insan ismine layık değildir.
Başka bir ayette Allah şöyle buyruyor: (يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ) “Ey müminler! Size hayat verecek şeye sizi davet ettikleri zaman Allah ve Resulü'ne icabet edin.” [5] Görülüyor ki, Allah ve Resulü'nün çağırdığı şey hayatın ta kendisidir. Çünkü insanları imana davet ediyorlar. İman ise, kalbleri ve akılları ihya eden ve onları cehil ve taklid karanlıklarından kurtaran yüksek bir hakikattır. İman insanı Allah'tan başkasına kul olmaktan, küfrün ölümünden, nefis ve şeytanın esaretinden kurtaran bir özgürlük beratıdır. İman insanın özgür olduğunu ilan eden bir sistemin temel umdesidir. İman bir nevi yeniden diriştir.[6]
Bediüzzaman bu hakikati bir özdeyişle şöyle dile getirir: “İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.”[7]
Peygamberler Allah namına iş gördükleri için onlara iman edenlerin gerçek sahibi Allah'tır. Çünkü onlar kendilerini Allah'ın kulu olarak kabul ediyorlar. İnanmayanların sahibi ise tağuttur. Çünkü onlar tağutların esareti altındadırlar.
Kur’an şöyle der: (اللَّهُ وَلِيُّ الَّذِينَ آمَنُوا يُخْرِجُهُم مِّنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِوَالَّذِينَ كَفَرُوا أَوْلِيَاؤُهُمُ الطَّاغُوتُ يُخْرِجُونَهُم مِّنَ النُّورِ إِلَى الظُّلُمَاتِ)[8] Bu ayete göre Allah müminleri şirk ve cehil karanlıklarından iman ve hidayet aydınlığına çıkarmak istiyor, yani esaretten özgürlüğe kavuşturmak istiyor. Tağutlar ise, aydınlıkta olan insanları cehalet ve kölellik karanlıklarına götürmek istiyorlar.
Akıl Allah'ın en büyük nimetlerinden bir tanesidir. Hatta insanın insan olma özelliklerinin başında akıl gelir. Zira akıl insanın tekamülüne ve önüne konan hayat mertebelerinde yücelmesine yardımcı olan biricik unsurdur. Ancak burada bir şeye işaret emek gerekir: İnsana verilen tabii aklın, insanı yüceltmesi için mutlaka “ta'akkul” dediğimiz düşünce ve tefekkür derecesine yükselmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, insanı yücelten akıl, gelenek ve cehalet zincirlerinden ve şirk gibi ağır yüklerden kurtulmuş olması gerekir. Ancak böyle bir akıl özgürdür, bağımsızdır ve hakkı batıldan ayıracak bir seviyededir. İşte peygamberlerin en önemli görevlerinden bir tanesi uyuyan akılları uyandırmak ve onları cehaletin ve geleneğin tesirinden kurtarmaktı.
Hak, Özgürlük ve Sorumluluk Üçgeni
Hak ve özgürlük kelimeleri arasında çok ciddi bir münasebet bulunmaktadır. Özgürlük olmadan bir hukukun varlığından sözedilemiyeceği gibi, hukuk da insan için gerekli bazı özgürlükler sağlamaktadır.
Aynı şekilde haklar ve sorumluluklar da birbirinden hiç ayrılmayan şeylerdir. İnsana verilen hiçbir hak yoktur ki, o ölçüde bir takım sorumlulukları da insana yüklemesin. Başka bir deyimle, insanın yaptığı her vazife, kendisine bazı haklar sağlamaktadır. Buradaki “vazife” den maksadımız başta Allah (c.c) olmak üzere başkasının haklarına saygılı olmaktır.
Denilebilir ki, her insanın özgürlüğü başkasının hürriyetiyle sınırlıdır. Bu durum hiç bir zaman, kişinin hürriyetinden mahrum edildiği anlamına gelmez. Eğer bir insan başkasına zarar verecek kadar kendisini özgür hisederse o zaman zarar gören taraf özgür sayılmaz. O halde özgürlük hem bir haktır, hem aynı zamanda bir görev ve bir sorumluluktur. Bazen görev hakkın önüne geçebilir; Allah'ı tanıyan ve ona itaat edenin durumu gibi. Allah “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” [9] buyuruyor. Kuşkusuz insan Allah'a ibadet ya da isyan etmekte serbesttir, özgürdür. Ne var ki, Allah’a isyan onu başkalarına kul olmaya iter, sonuçta özgürlüğü tamemen ortadan kalkmış olur. Oysa Allah'a itaat etmek, bütün kainatın dilenciliğinden kurtulmak anlamına gelir.
Hak mı daha önemli, özgürlük mü daha önemli, yoksa görev ve sorumluluk mu daha önemlidir? Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Bu kavram bir üçgenin kenarlarına benzese de özgürlük kavramı üçgenin temelini teşkil eder. Çünkü insanın varlığı Özgürlüğe bağlıdır. Özgürlük insan tabiatında doğuştan var olan bir hakikattir. İnsan özgür olarak dünyaya geliyor. İnsanı bütün dünyanın esaretinden kurtarmak için insanı kendisine kul kabul eden Allah, kullukla onu özgüğrleştşrmiştir. Ondan başka hiç kimse insanı kendisine kul yapamaz.
Hürriyetlerin Korunması
Özgürlüğün en büyük düşmanı zümre hakimiyetidir. Başka bir deyişle, özgürlüğün hamisi insan haklarına saygıyı esas alan serbest seçimli Cumhuriyet idaresidir. Düşmanı ise, belli bir zümrenin yönetimi, yani istibadattır. İstibdat özgürlükleri kısıtlayan bir idare tarzdır. Şu özelliklere sahiptir.
İstibdat keyfi muameleye ve kuvvete dayanan bir tahakküm idaresidir. Tek kişinin sözünün geçerli olduğu bir şeflik anlayışıdır ve zulmün temelidir. Ferdi ve sosyal düzeyde toplumu sefalet ve zillete düşürür ve toplumda garaz ve husumeti uyandırır. Her türlü ihtilafın kaynağıdır. Siyasî istibdat, üniversitelere ilmî istibdada sebep olduğu gibi aileye de istibtat getirir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle istibdat mani-i her kemaldir.
istibdadın önlenebilmesi ve özgürlüklerin korunması için birinci görev halka düşer. Herşeyden önce halk, hak ve özgürlüğünü koruyabilecek uyanıklık içinde olmalıdır. Bu noktada günümüzde hakı istibdattan koruyacak tek çözüm serbest seçimlerin savunulmasıdır. Eğer halk hararetle böyle bir idareyi savunursa problemin önemli bir kısmı çözülmüş olur.
Halkın devlete karşı görev ve sorumluluklarını ihmal etmesi özgürlükleri engelleyici bir idarenin gelmesine sebep olmaktadır. Bu yüzden halkın, haklarının sınırlarını bilmesi, bir bakıma özgürlüklerin teminatı sayılmaktadır. Ancak burada devlete düşen bir görev de vardır. O da bu konuda vatandaşlarını eğitmektir. Zira eğitilmeyen insanlar özgürlüğün kıymetini bilmedikleri çin onu kullanmayı da bilmiyebilirler.
Bütün bu olumsuzlukların önlenmesi için siyasi bir tedbir olarak serbest seçimle iş başına gelme öngörülmüştür. “Onların işleri aralarında danışma iledir.”[10] ayeti insan tabakalarında insan haklarına tümüyle saygılı olan seçimli idare şeklinin varolması gerektiğine işaret etmektedir. Bunun anlamı şudur: Adil bir seçimle iş başına gelen bir idare olduğu zaman güç kanunda olur. Herkes kanun önünde eşit olduğuna göre özgürlüklerin kısıtlanması ya da kullanılması kanun çerçevesinde olur. Böylece zümre hakimiyetlerine ve şahıs zulümlerine de son verilmiş olur.
[1] Araf, 7: 157.
[2] Mevdudi. Tefhim, Hilal yayınları, İst., 1995, 1, 211.
[3] Bakara, 2: 256.
[4] Enâm, 6: 91.
[5] Enfâl, 8: 24
[6] Mahmud Alûsî. Ruhu’l-Maânî, Beyrût, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, Beyru, Tarihsiz; IX: 190; Fî Ziilâli’l-Kur’ân, 9. Baskı, Dârü’ş-Şurûk, Beyrut, Tarihsiz; III: 1494.
[7] Sözler, 23. Söz, birinci Mebhas.
[8] Bakara, 2/257.
[9] Zâriyât, 51: 56.
[10] Şurâ, 42: 38.