Müsbet hareket ve Ortadoğunun bekası

Muhammed OLGU

Bir süre önce Ortadoğu’da bir şehirde bir lokantada mümtaz ve serfiraz şahsiyetlerle bir akşam yemeğinde hasbihalde bulunuyorduk. Bizimle beraber oturan ismen, maddeten ve manen büyük bir şahsiyet, bölgede gazeteci olarak bulunan bir kişiye benim bölgeden umutlu olduğumdan bahsetti. Bunun üzerine gazeteci olan değerli kişi bu umutun anlamsız olduğunu, bu bölgede bir hareket olmasının mümkün gözükmediğini, özellikle Suudi Arabistan’da kabileciliğin olduğunu, kimsenin bütünü görecek halinin olmadığını anlattı.

Fırsat bulunca kısa bir değerlendirmede bulunarak bölgenin dinamiklerinde yapısal değişimlerin yaşandığını, kısa vadede Mısır’da bir hareket olacağını, bu halk hareketlerinin diğer ülkelerde yansımalarının olacağını, fakat Suudi Arabistan başta olmak üzere petrol ve doğal kaynaklar konusunda zengin olan Arap ülkelerinde kısa vadede değil uzun vadede hareketlerin ancak görülebileceğini belirttim. Bizimle beraber yemekte olan değerli şahsiyetler benim değerlendirmemi bir iyimserlik olarak kabul ederek çok fazla önemsemediler. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra Tunus’ta olaylar başladı ve sonradan Mısır’a sıçradı. Bu olanlar bölge dinamiklerine aşina bir çok şahsiyet için sürpriz olmadı. Çünkü bu topraklarda zülüm ile ebed olanan sonu abad olmadı hiç. Tarihsel tecrübelerden yapılacak basit çıkarımlar hakikatlerin tebarüzünü beraberinde getirir.

Açıkcası bölge üzerinde yaklaşık 11-12 yıldır okuma yapmama rağmen bu bölgede çözülmesi en zor ülkenin Suudi Arabistan’dan sonra Tunus olduğunu düşünürdüm. Ama Tunus, zorba yönetimi def etme konusunda başat ülke oldu.

Bugün Tunus’ta başlayan ateş sonucu ortadoğu sert zorba rejimlerden kurtulmak için soft değişim taleplerini yansıtan ciddi halk ayaklanmaları ile çalkalanıyor. Bu çalkantılardan hayrın çıkması, bu zülüm rejimleri yerine meşrutiyet-i meşruaların gelmesi temennimizdir.

ORTADOĞU’DA SOSYAL DİNAMİKLER

Ortadoğu son iki yüzyıldır bir savrulmanın ve bir ateşin çemberinde geziyor. Esasen son iki yüzyıllık zaman dilimini daha da genişlendirerek on iki asırlık bir zaman dilimine çıkarmak da mümkün. Bu eşsiz coğrafya üzerinde hükümranlık sürmek isteyen kesimlerin farklı farklı emelleri tarihsel olarak hep var olmuştur.

Öncelikle bu coğrafyanın maddeten ve manen münbit bir coğrafya olduğunu kabul etmek gerekir. Sadece Resul-ü Sekaleyn ve Sahabe-i Güzin’i çıkarmış olması bile bu bölgenin terazi kefesinde tüm dünyaya ağır basmasına neden olur. Ne zamanki Asr-ı Saadet’teki selefi çizgisi kırıldı, bu çoğrafyada zülüm hırla gitmeye başladı.

Bu selefilik çizgisinin kırılması hadisesi, geçmiş asırda bu coğrafyadaki bir çok alim ve müfessir tarafından altı çizilmiş bir husustur. Bu kırılmanın bir çok imani, islami, sosyal ve siyasal nedenleri vardır. Bu nedenlere değinmek bu yazının mecrasını aşar. Başka zamana tehir ediyoruz.

Bu coğrafyada son yüzyılda temel olarak iki dinamik etkin olmuştur. Biri selefilik ile başlayan ve Müslüman Kardeşler şeklinde örgütlenen cemiyet yapısı. Diğeri ise Risale-i Nur çerçevesinde hayatı algılayan ve yaşayan, sosyal değişimi müspet hareket ile yapmaya gayret eden Nur Talebeleri cemaatidir. Bu iki akım birbiri ile kavga eden akımlar değildir ama farklı metodlar sergiledikleri aşikardır.

19. asırda bu kırılmayı irdeleyen ve aradan geçen süre zarfında temel sorunun Selefiler gibi hareket etmemek olduğunu ortaya koyan bazı değerlendirmeler olmuştur. Bu değerlendirmelerden biri her ne kadar bir kesim tarafından büyük ve haksız eleştirilere ve hakaretlere maruz kalmış olsa da ittihad-ı İslama büyük bir emek vermiş Cemalettin Efgani tarafından yapılmıştır. Ayrıca bu çizginin bir ölçüde devamı olan Seyyid Kutup ve Hasan el Benna da selefiliğe ve Asr-ı Saadete vurgu yapmışlar, tüm dertlerin çözümün Asr-ı Saadet gibi yaşamak olduğunu iddia etmişlerdir. Ama bu çağrıyı daha çok siyasal anlamda ve siyasi erkleri ele geçirmek ve kuşatmak mabeyninde yapmışlardır.

Diğer taraftan Bediüzzaman da selefiliğe vurgu yapmış ama Asr-ı Saadetteki meşvereti ve şurayı ön plana çıkararak, siyasi çizgisi ile Cemalettin Efgani sonrasındaki Seyyit Kutup, Hasan el Benna başta olmak üzere Müslüman Kardeşler’in çizgisinden ayrıştırmıştır. Bediüzzaman, siyasetin imani açıdan dönüştürücü etkisini sınırlı ve tehlikeli olarak görür. Tarafgirlik nedeniyle siyasetin başkaları üzerinde canavarlaşabileceği ve birinin günahın başkalarına yüklenebileceğini söyler ve bu nevi siyasetten ictinab eder.

Bu kapsamda her iki çizginin olaylara farklı bir şekilde baktığını, her birinin ortaya koyduğu vizyonun birbirinden ayrıştığını belirtmekte yarar bulunmaktadır. Bugünden bakınca, zamanın Bediüzzaman’a daha çok hak verdiğini ve onu apaçık bir biçimde haklı çıkardığı kabul etmek gerekir.

Cemaletin Efgani çizgisi, Muhammed Abduh ve Raşid Rıza ile beraber kırılmalara uğradı. Raşid Rıza selefilik akımını siyasete indirgedi. Ardından Hasan El Benna’nın 1928’de kurduğu Müslüman Kardeşler Örgütü ve 1950’lerden sonra bu örgüte dahil olup fikriyatı ile geniş kitleleri etkilyen Prof.Dr.Seyid Kutup ile bu çizgi tamamen siyasal islama dönüştü. Müslüman Kardeşler, Cemallettini Efgani’den gelen bu çizginin bir tür transformasyonu olarak kuruldu. Bu hareket aksiyoner bir hareket ve İslamın temel dinamiklerine dönüşümü savunuyordu. Bunun için okullar ve dernekler yoluyla çalışmalar yapıyorlardı. Daha sonraki yıllarda Müslüman Kardeşler’den çok daha radikal örgütlerin ortaya çıktığını ve hatta radikallikte önde giden Şükrü Mustafa gibilerin ise herkesi kafirlikle itham ederek Mısır’da ortalığı kana buladıklarını görürüz. Ama bu örgütler azınlıkta kaldılar ve zamanla büyük ölçüde etkileri kalmadı ama aktif oldukları süre boyunce Müslüman Kardeşler örgütünün zulüm görmelerine de sebep olmuş oldular.

Ama Müslüman kardeşler aktif bir örgüt olarak hayatını devam ettirdi. Bu harekete gönül verenler uzun süre haksız ve hukuksuz bir biçimde büyük işkence çektiler, çok büyük zülüm gördüler.

Müslüman kardeşler siyasi bir örgüt olarak kuruldu. Hemen hemen her ilde ve ilçede örgütlendiler. Meslek odalarını, okulları, vakıfları kurdular. Fakirlere yardım eden dernekleri oluşturdular. Esnafları ve orta sınıf ve orta–üst sınıflar nezdinde örgütlendiler. Deyim yerindeyse “soft power” olmayı hedeflediler. Kurdukları siyasi partiler rejim tarafından yasaklandı. Tüm liderleri öldürüldüler. Önde gelen liderleri ise ömrünün büyük çoğunluğunu hapiste geçirdiler. Mısır dışında bir çok Arap ülkesinde örgütlendiler ama bu örgütlerden bazıları deyim yerindeyse evrim geçirdiler. Bazıları organizasyonel olarak da değişim geçirdiler, mesela hücre yapılanmasına gittiler.

Mısır’daki ana akım Mübarek rejimi boyunca hiç muhatap alınmadılar ve türlü türlü yasaklara maruz kaldılar. Ama hareket kendi içinde çeşitli değişimlere uğradı. Müslüman Kardeşler artık siyaseti eskisi gibi sert bir mecradan algılamıyor. Artık demokrasiyi ehvenişer olarak algılıyor. Demokratik yöntemleri benimsiyor ve son ayaklanmalarda da görüldüğü üzere demokratik hakları iyi kullanıyor. Ama hala siyaset ile hizmet etmeyi temel tasavvur olarak telakki ediyor. İktidarı hala etkin bir araç olarak algılıyor. Siyasal güçü ele geçirmenin çok önemli olduğunu düşünmeye devam ediyor.

Bu bakış açısı belki eski radikal bakış açısına göre daha kabule karin olsa da Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bakış açısı ile bağdaşmıyor.

Ama öncelikle şunu kaydetmede fayda var; müslüman kardeşlerin geçirdiği bu değişim onları nur talebeleri gibi bir cemaat yapmıyor. Dolayısıyla müslüman kardeşleri nur talebelerine benzetmeye dönük okyanus ötesi sathi değerlendirmelerin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu değerlendirmeler yerinde değerlendirmeler değildir.

Çünkü nur talebelerinin takip ettiği müsbet hareket bir siyasi hareket değildir. Her türlü siyasi hareketten kendini men etmiş bir hareketten söz ediyoruz. Çünkü siyaseti nur ve sopa ekseninde okuyan ve elindeki nur olan islamiyete zarar gelmemesi için her türlü sopadan uzak duran bir hareket, kendini tamamen sopaya endekslemiş ama soft bir sopayı kullanma azmindeki hareketten ayrı görülmesi gerekir.

Müslüman Kardeşler Cemiyeti daha çok siyasal bir harekettir.

Nur Talebeleri Hareketi ise imani ve sosyal bir cemaattir. Nur talebeleri siyasetin bir hizmet aracı olmadığını, siyasetin doğasında yozlaştırıcı etkinin olduğunu düşünürler. Sonuçta, siyasal iktidarı ele geçiren siyasal partinin tüm erklerdeki postları kendine yakın kişilerce donatması eşyanın tabiatına uygundur. Ama bu yaklaşım tarzı adalet-i mahzaya uygun olmayabilir. Bilerek yada bilmeyerek bir çok kişinin hakkı ve hukuku çiğnenebilir. Eğer İslam adına siyaset yapılıyorsa ya da İslam adına değil de şahıslar adına siyaset yapılıyorsa bu yanlışların, hukuksuzlukların, haksızlıkların faturasının erkleri temsil eden kişiler yanında o şahısların belirgin özelliği olan Müslümanlıklarına da çıkarılması mümkündür.

Nitekim nur talebelerine göre; bir müslüman için bu fani ve fena hayat, asıl maksat olamaz. Asıl maksat ahiret ise bu fani ve fena hayatta hakkı çiğnemeye, haksızlık yapmaya lüzüm yoktur. Dolayısıyla siyaset yoluyla dine hizmet edilmez. Bu görüşe göre, siyaseti şahıslar kendileri namına ve dinin hiç bir şearini ya da belirgin özelliğini istimal etmeden sadece hizmet babında yapmalıdırlar. Yani, siyaset hükümranlık için bir fırsat olarak telakki edilmemeli, halka en iyi hizmeti sunma gayreti ile sınırlı olmalıdır.

HALK HAREKETLERİ VE DEMOKRASİ

Ortadoğu coğrafyasının demokratikleşmesi çok önemlidir. Öncelikle demokratik hükümetlerde halkın bekası ve halkın talepleri önceliklidir. Halkın neredeyse tamamının müslüman olduğu coğrafyaların demokratikleşmesi demek bu coğrafyalarda dinin yaşanmasının önündeki engellerin kalkması demektir. Bu sadece İslamiyet önündeki engellerin kalkması değil tüm dinlerin yaşanmasının önündeki engellerin kalkması demektir.

Halkın ve sokakların taleplerin siyasal erklere yansıması demek merkezkaç kuvvetin okyanus ötesi ve Akdeniz ötesinden halka dönmesi demektir. Bu sadece bölgenin inkılap geçirmesi demek değil tüm dünyanın vicdan temelinde büyük bir değişim ve dönüşüm geçirmesi anlamına gelecektir. Halkın talebi daha yaşanabilir bir ülke, daha korunaklı insan hakları, daha müreffeh bir ekonomi olduğu müddetçe ve bu talepler siyasal partilerce karşılandığı müddetçe bölgenin istiklaliyetine kavuşması hiç de bir rüya değildir.

Ama Müslüman Kardeşler Örgütünün kendi sorumluluklarını iyi bir biçimde fark etmesi ve bu doğrultuda hareket etmesi oldukça zaruridir. Ya siyasal bir örgüt olarak kurgulandığını ve tamamen demokrasi ve insan hakları sevdası ile yola çıktığını ve dinin kutsallığına asla halel getirmeyeceğini ve dini siyasette istimal etmeyeceğini deklare etmeli ya da sosyal bir cemiyet olarak toplum üstünde etkin olmaya karar verdiğini ve demokratik siyasal oluşumlara dışardan güçlü destek vereceğini açıklamalıdır. Bu ikisinden biri olduğu takdirde, müspet hareketin sessiz ve inanılmaz etkisi çok belirgin bir biçimde artacak ve Mısır başta olmak üzere tüm Ortadoğu’da demokrasi baharı her tarafı yeşertecektir.

Böyle bir ayırımın farkına vardığı takdirde Müslüman Kardeşler Örgütü üzerinden oynanması planlanan sözümona makro planların uygulanabilirliği kalmayacak ve bölgede bir daha asla despot rejimler hükümferma olamayacaktır.

Sonuç olarak bu coğrafyanın bekası müspet harekettir, sürekli yapıcı olmaktır ve toplumsal dinamikleri bütünüyle kuşatmaktır. Demokrasinin gerçek manada inşasının yolu müspet hareket etmek, siyasete dini karıştırmamak, ülkede demokrasiyi kurumsallaştırmaktan geçer.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (7)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.