Her insanın iki kanadı olmalıdır, biri korku ise diğeri ümit olmalı. Bu nedenle Allah’ın rahmetinden her zaman ümitli olmamız gerekir. Yoksa sadece korku tarafını esas almak asla doğru olmaz.
Ayrıca, her musibet kahır tecellisi değildir. Nitekim en ağır ve en zorlu belalar, musibetler, sıkıntılar ve dertler Allah’ın en sevdiği kullar olan peygamberlere, sonra da evliyalara ve onların yolundan gidenlere gelmiştir. (bk. Tirmizî, Zühd, 56)
Örneğin Hz. Eyüp aleyhisselamın hastalığı -haşa- onun günahından mıdır? Elbette hayır, onun manevi makamının daha da artması içindir.
Demek ki bir bütün olarak dinimizin konularına baktığımızda, ümitsizlik olmadığı gibi her hastalığın işlediğimiz günahlardan başımıza geldiğini düşünmek de asla doğru değildir. Bu açıdan hastalanan bir Müslümanın psikolojisi asla bozulmamalı, aksine nice rahmetler ve bereketler taşıdığını düşünerek huzur bulmalı ve rahat olmalı.
İnsanoğlu, hayvandan farklı olarak, dünyaya kemale ermek için gönderilmiştir. Bunun yolu da aklı ilimle, kalbi de güçlü bir iman ve süreklilik arz eden ibadetlerle parlatmak ve güçlendirmekten geçmektedir.
Kalpteki imanı güçlendirmenin farklı yolları vardır. Bunlardan biri de kişinin maruz kaldığı dünya imtihanları karşısında takındığı sağlam duruştur. Bu, bazen kişinin karşı karşıya kaldığı günahlara karşı koyması ile bazen de başına gelen musibetler karşısında kadere teslim olmasıyla mümkün olur.
Kişi, hastalık ve musibetler karşısında “kadere ve hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, her şeyin bir imtihan vesilesi olduğuna” iman eder, ondan gerekli dersleri çıkarır, musibeti sabır ve tevekkül ile karşılarsa mükemmelleşir ve tasaffi eder. Bediüzzaman Hazretleri bu konuyu şöyle ifade eder:
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lem'alar, İkinci Lem'a)
Görüldüğü gibi bazı musibetler ve hastalıklar, imanımızı mükemmelleştirmek, bazı musibetler ise, kişinin dünyaya karşı olan aşırı muhabbetini kırıp Allah’a daha çok yakınlaştırmak içindir.
Bu çerçevede bazı musibetler Allah’ın bir ikramıdır. Çünkü -az önce de ifade ettiğimiz gibi- dünya hayatında en büyük musibetlere ve sıkıntılara maruz kalanların günahsız peygamberler olması bunu gösteriyor.
Bunun yanında Kur'an ve hadislerde ifade edildiği üzere, kişinin başına gelen bazı musibetler ve sıkıntılar da onun günahlarının neticesi olabilir. Mesela:
“Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor.” (Şura, 42/30)
Ancak bunları, kişiye yönelik Allah’ın bir cezası olarak değil de kişinin kendisini düzeltmesi için bir fırsat veya ilahi bir uyarı olarak görmek gerekir.
Konuya şöyle de bakılabilir:
Allah, sevdiği kullarının küçük günahlarının karşılığını bu dünyada ona çektiriyor, ta ki ebedi hayatında azap çekmesin. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyurulur:
“Bir Müslümana herhangi bir musibet, bir sıkıntı, bir gam dokunursa, hatta batan bir diken bile olsa Müslüman'ın başına gelen her bir musibeti, Allah onun günahlarına kefaret kılar.” (Buhârî, Merdâ, 1 Müslim, Birr, 52. Tirmizi, Cenaiz, 1)
Gerçek bu olmasına rağmen, İslam geleneğinde ve Anadolu kültüründe karşılaşılan musibetler sadece günahın karşılığı olarak gösterilir.
Bunun temel bir nedeni, ilgili ayet ve hadislerin ışığında kişinin sürekli kendisini gözden geçirip hata ve günahlarından vazgeçmesini ve böylece mükemmelleşmesini sağlamaktır.
Mesela “Ayağın taşa değdiğinde kalbini yokla.” atasözünde olduğu gibi, kişinin en küçük bir musibet ve hastalıkta “günah ve hatalarını düşünüp" tövbe etmesini ve kendisine çekidüzen vermesini sağlamak içindir. Yoksa sadece günahkârlara musibet veriliyor veya mutlaka anlamada “Toplumda en günahkâr benim, Allah sürekli bana ceza veriyor.” demek için değildir. Allah her günaha bu dünyada ceza vermiş olsaydı, musibete maruz kalmayan olmazdı veya Müslümanlardan önce kâfirler, münafıklar, zalimler, asilere, katillere verirdi.
Bu yaklaşımın diğer bir nedeni de şudur:
İnsanoğlunun tabiatında, "iyiliği kendisinden, kusuru ve suçu başkasından bilme" gafleti var. İnsan eğer sürekli hata ve kusuru başkasında görür, kendisini temize çıkarırsa, kendisini kurban, başkalarını da zalim, kötü, hain rolünde görmeye başlar. Bu da onu âciz, zayıf, kader kurbanı pozisyonuna iter. Böylece kendisini geliştirecek ve düzeltecek, harekete geçirecek motivasyonu bulamaz.
Oysaki İslam felsefesi der ki “Başına gelen musibetlerde başkasını suçlamak ve hayatında sürekli suçlular biriktirmek yerine, sorumluluğu kabullen. Böylece kendini daha iyi geliştirirsin, dünya ve ahiret hayatını daha çok mamur edersin.”
Sizin gibi kişilerin musibetler karşısında kendini çok günahkâr görmesi ve bundan dolayı psikolojik olarak rahatsız olmasının aile eğitimi ile de ilişkisi olabilir. Şöyle ki;
Çocuklar sık sık haksız yere suçlamalara maruz kalabilirler. Mesela, “okulda iyi not almadın çünkü çalışmıyorsun, geç kalktın çünkü tembelsin, yapamadın çünkü beceriksizsin, kaybettin çünkü dalgınsın, pahalı aldın çünkü safsın, seni kandırdılar.”
Böyle yetişen kişi, çevresinde ne yaşansa önce kendisini suçlayabilir veya kendisinin suçlu olmadığını ispatlamaya çalışabilir. Bulunduğu bir toplulukta birisinin parası çalınsa, o kişi hemen “Ben çalmadım.” şeklinde savunmaya girebilir.
Aynen bunun gibi başına gelen en küçük şeylerde bile, “Demek ben çok günahkârım, kötü birisiyim.” diye kendisini aşağı, değersiz, pis birisi olarak algılamaya meyledebilir. Sürekli kendisini suçlamaya ve günahkâr görmeye başlayabilir. Bu da en az günah kadar, onun manevi hayatını zehirler.
Oysaki kişi günahları için de tövbe etmeli, ama kendisini suçlayıp aşağı ve değersiz görmemelidir. Kendisini her zaman Allah’ın bin bir ismine mazhar olan bir halife-i arz ve Allah’ın en değerli mahluku olarak görmeli ve öylede davranmalıdır.
Unutmayınız, günahı isteyen kişinin imanı ve aklı değil, nefsi ve şeytanıdır. Bunların da görevi zaten sürekli olarak insanı yoldan çıkarmaya çalışmaktır. Dolayısıyla nefis ve şeytanınıza düşmanlık edin, onların tuzaklarına karşı sürekli tetikte olun, ama kendinize Allah’ın bir eseri olarak şefkat edin ve sevin…
Özetle; başınıza gelen musibetleri bir imtihan vesilesi görüp, kendinize artı değerler katmaya bakın. Her musibet ve hastalığın aslında mükemmelleşmek için bir fırsat olduğunu düşünüp, bu fırsatı değerlendirmeye çalışın. Mesela, bazı ağır hastalığa maruz kalanların her saati bir gün ibadet hükmüne geçtiğini düşünüp bunu değerlendirmenin yollarını arayın...
Sorularla İslamiyet