Bütün dünya birbirine kıyasla meydana getirilmiş cüzlerden oluşuyor. Kur’an’da “veheleknaküm ezvace” ayeti bunun ifadesidir. Tezevvüc evlenme, birliktelik sağlama anlamına geliyor. Ezvac birliktelik, bir araya getirmek yani eşyayı birbiri ile bağlantılı yaratmak… Tezevvüc kelimesinin bir izahı ezvac kelimesinin bir izahı bu. Nasıl oluyor yani bütün vücud birbiri ile tezevvüç etmiş, parmaklar el ile, el kol ile, kol vücud ile, göz, kulak, burun, ağız birbiri ile tezevvüc etmişler. Çift çift yaratılmak manası herkes bir diğeri ile parmak el ile çift, el kol ile çift, kol beden ile çift.
Birlikte yaratılmaktan sonra bir fiil daha geliyor tenasüb, yani iki şeyi bir araya üç şeyi bir araya, dört şeyi bir araya ve sonsuz şeyi bir araya getirmek kainat gibi. O zaman kainat birbiriyle tezevvüç etmiş nihayetsiz varlıklar demek. Sayısız şeyi birbiri ile bağlantılı yaratıp, aralarında estetik ve faydayı nazara alma. İşte ve heleknaküm ezvace. Armoni birçok şeyi birbiriyle bağlantılı güzel ve uyumlu yaratmak, ezvac yapmak. Bir piyano gibi kainat.
Kainat uyum, kıvraklık ve dramatik kurgusu olan bir sengfoni. Alman büyük bestekarları senfoni ile kainatın gizli musikisini duymuşlar. Beethoven, Mozart bu musikiyi, ilahi nağamat konçertosunu hissetmişler ellerinden geleni yapmışlar, metafizik bir şey. Bediüzzaman derinliği akıl almaz, hayal ihata etmez bir büyük hayal ve göz ve zihin, tasarım o kainattaki bu musikiye musika-i ilahiye diyor. Neden o kadar dolaşmış, bize göre kimsesiz sessiz dağlarda? “Ama zişuur ibadından başka hali dağlar boş sahralar Cenabı Hakkın ibadı ile doludur.” O hali dağlarda o musikinin sesini ve tuşlarını görmüş, o. “Dağları yıldız sarayı ile değiştirmeyen” insan bizden çok farklı şeyler hissetti, musiki-i ilahiye dinledi…
Bak bunlar o musikinin sesleri. Dinleyen Bediüzzaman. Kur’an-ı Azimüşanın, kainatın büyük virtüözü. O bizim ilahi musikimizin büyük bestekarı tabiri caizse Mozart’ı.
“Semâyı dinle; nasıl "Yâ Celîl-i Zülcemâl" diyor. Ve arza kulak ver; nasıl "Yâ Cemîl-i Zülcelâl" diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl "Yâ Rahmân, yâ Rezzâk" diyorlar. Bahardan sor; bak nasıl, "Yâ Hannân, yâ Rahmân, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin" gibi çok esmâyı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor; bak nasıl bütün Esmâ-i Hüsnâyı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin. Güyâ, kâinat azîm bir mûsıka-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamâta karışmakla, haşmetli bir letâfet veriyor. Ve hâkezâ, kıyas et.”
Yukarıdaki mısralar bu senfoniyi dinleyen bir kulak ve gören gözün terennümatı. ”Güya kainat azim bir musika-i zikriyedir, en küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor.“
Batılı buna senfoni demiş. “Tebeddül-i esma ile hakikat tebeddül etmez”, isimler farklı olabilir insan aynı insan, ama batı daha organize düşünmüş, biz ise yatmışız. Bu Kur’an’ın musikisi. Ya ezan? Ezan da bu ilahi kainat senfonisinin önsözü, hülasa-i senfoni ve sonsözü. Bütün seslerin birleştiği anlama vurgu yapıyor, kalkın ilahi senfoniye katılın, namaz uykudan hayırlıdır, güzel bir musiki parçasını kendi notanızla tamamlayın.
“Hem meselâ, mâhir bir san’atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san’atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san’atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine "Bârekâllah" der.
“İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san’atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkà-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san’at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte bütün o masnuât, bütün onlardan matlûb neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir sûrette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihât-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlûb olan makàsıd-ı Rabbâniyenin husûlünden hâsıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla, tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukùl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.”
Yukardaki cümleye diyeceğin bir şey varsa de. “Koca kainatı bir musiki bir fonograf hükmünde icad etmek.” Kainatın sahibi bütün eşyaya tesevvüc ettirmiş, onlara bir büyük kainat büyüklüğünde piyano haline getirmiş. Büyük kulaklar duymuş, Bediüzzaman gibi. Necip Fazıl gibi o da senfoniyi dile getirir. Resullallah, “eğer benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz” buyuruyor. Ağladığımız nadir, güldüğümüz...
“Sâni-i Zülcelâlin âlem-i ekberdeki san’atı o derece mânidardır ki, o san’at bir kitap suretinde tezahür edip, kâinatı bir kitab-ı kebir hükmüne getirdiğinden, akl-ı beşer, hakikî fenn-i hikmet kütüphanesini ondan aldı ve ona göre yazdı. Ve o kitab-ı hikmet, o derece hakikatle bağlı ve hakikatten medet alıyor ki, büyük Kitab-ı Mübînin bir nüshası olan Kur’ân-ı Hakîm şeklinde ilân edildi. Hem nasıl ki, kâinattaki san’atı, kemâl-i intizamından kitap şekline girdi. İnsandaki sıbgatı ve nakş-ı hikmeti dahi hitap çiçeğini açtı. Yani, o san’at, o derece mânidar ve hassas ve güzeldir ki, o makine-i zîhayattaki cihazatı, fonoğraf gibi nutka geldi, söylettirdi. Ve öyle bir ahsen-i takvim içinde bir sıbga-i Rabbâniye vermiş ki, o maddî, cismanî, câmid kafada mânevî, gaybî, hayattar olan beyan ve hitap çiçeği açıldı. Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutuk ve beyana o derece ulvî cihazat ve istidat verdi ki, Sultan-ı Ezelîye muhatap olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani, fıtrat-ı insaniyedeki sıbga-i Rabbâniye, hitab-ı İlâhî çiçeğini açtı.”
Bu cümlede ise kainat bir kitaba dönüştü, kulağa hitab ederken fonograf, senfoni, zihne ve akla hitab ederken kitab. Kitab ve hitab, kainat kitap, insana verilen hitap. Bak ve hitab et. Bütün Kur’an beşerin ağzına konmuş bu hitaplar silsilesi…
“Evet, evet!.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zîra, kainatı nağamatıyla raksa getiren ve hakaikın esrarını ihtizaza veren mûsıka-i İlahiye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder.
“Padişahlar Padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen mûsıka-i İlahiyesiyle umum alemi doldurarak, kubbe-i asumanda şìddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misal olan ulema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadanın tecessüm ve intıba’ıyla umum kütüb-ü İslamiyeyi bir tanbur ve kanûnun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’i ile onu îlan eden o sada-i semavî ve rûhanîyi kalbin kulağı ile işitmeyen veya dinlemeyen, acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin démdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?”
Bu son kısım insanı çıldırtır. Musika-i ilahiyeyi dinleyen kulağın ahengi. Kur’an musika-i ilahiye, ne mutlu okuyan, dinleyen dillere, kulaklara. Kur’an musikisinin insanda yaptıkları tesirleri anlatıyor. Biz onu dinleyelim.
İşte kainat senfonisi, Kur’an senfonisi, musika-i ilahi ve orkestranın şefi Bediüzzaman…