Bir başkasına nasihat kolay da aynı hakikati kendi nefsine dinletmek, biraz zor. Yani demesi kolay olan her şeyin, seni denemesi o kadar kolay değil. Kayıp ya da kazancını aynı derecede karşılayabiliyor, iyi ve kötü günlerinde kendini kontrol edebiliyorsan ne mutlu. Geçenlerde, küçük bir meselede stres hâlim olunca, hanım "Sen demiyor muydun Müslüman stresli olmaz, bunun için plastik ilaç kullanmaz ve kullanmamalı?" diye beni uyardı.
Evet, öyle derdim ve diyorum. Gel gör ki küçük bir kalemim kaybolsa veya zahirde hoş olmayan bir haber alsam, aynı stres hâlini çeşitli derecelerde yaşıyoruz maalesef. Fert ve aile olarak, acı tatlı günlerimiz oldu, oluyor. "Kadere iman eden, kederden emin olur" hakikati müracaat yerimiz oldu. Kendi kararlarımızla sebep olduğumuz yanlışlardan, mânevî bir tövbe olan pişmanlıklarımızla, Rabbimize sığındık. "Allah dilemedikçe, siz hiçbir şey dileyemezsiniz." hitab-ı İlahisinin "Meşiet-i İlahiye'nin asıl, kaderin ise hâkim olduğunu" gösteren bir başka mealini sadece gözlerimizle değil, bazen yaşayarak gördük, görüyoruz.
Endişenin değil ama Allah'a tevekkülün her şeyi değiştirdiğini, defalarca nefsimizde test ettik. Sabır ilacının tatlı meyvelerini topladık. İman limanında serinledik, teselli ırmağından su içtik. Dostlar meclisinde dinlendik gerçekten. İnsanın ruh dünyasını ve istikbalini ışıklandıran iman olmazsa, o insanın nasıl bir çekilmez ve tarifsiz karanlığa düşebileceğini hayal ettik. Bana göre, "İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni (iki dünya saadetini) iktiza eder." cümlesi, başlıkta geçen 'Müslüman stresli olur mu?' sualinin en mânidâr cevabı olduğunu yakînen müşahede ettik.
Müslüman stresli olmaz, yani olamamalı. Çünkü onun başta imanı, o imanının ona kazandırdığı ve onu sevk ettiği tevekkülü ve 'her derde deva, her zulmete bir ziya, her yeise bir rica içinde olan Kur'an'ı' vardır. Bir mü'minin imanı, onu strese, üzüntüye, gerilime iten, çeken hangi problemi; şifasız zannettiği hastalığı varsa, onun çaresinin Kur'an'da ve Rabbine ilticada ve O'na tevekkülde olduğunu bilmesi bile moral olarak ona yeter.
Bilmeliyiz ki Cenab-ı Allah, hiç alan değil, hep ikram, ihsan eden yani verendir. Bunu test etmek de kolay. Görmesi olmayan birine, "Dünya sizin olsa, görmek için verir misiniz?" diye sorunuz. Bunu el, ayak, göz, kulak, hatta tırnak için de tekrar ediniz. Sonunda akıl için, cenneti teklif ediniz. Cevaplar mâlum değil mi? Bütün bunlar kendi kendine olmuş ya da bu kıymetli nimetleri yolda bulmuş da almış değilsin. Biraz stresimiz, bu sahip olduğumuz nimetlerin değerini bilmemekten kaynaklanıyor. Hepsi verilmiş. Bazılarına bir kısmı verilmemiş. Hakkıydı da alamamış değil. Yani bir haksızlık yok. Ne varsa elimizde zaten verilmiş. Kimse haksızlığa uğramamış, elinden malı alınmamış. Zaten hakkı da olmayan birtakım nimetler geçici olarak verilmemiş sadece. Bir şey alınmamış; ona da başka değerli nimetler verilmiş. Fakat sonrası mühim.
Mesela birinin dünyada gözleri yok. Bu, onun ebediyen gözsüz olacağı anlamına gelmiyor. Birkaç senelik geçici manzaraları seyredemiyor o mümin. Ancak, göz hekimi olarak Kur'an-ı Hakîmi seçip kabre, imanla girebilse, birkaç senelik fani göze mukabil; cennet bahçelerini uzaktan seyreden dürbünlü gözü olacak. Belki de dünyada gözü olandan çok kârlı olacak. Yani Cenab-ı Allah, insandan bir şey almıyor, dünyada vermediğini ebedî hayatta ebedî olarak verecek. Eline bir diken battı veya birine gülümsedin, en az on sevap; onun kalbini hoş ettin yine en az sevap alıyorsun. Fikir, zikir, şükrün sayesinde, bütün saniyelerin ebedileşiyor. Bir felakette malını kaybettin, üzülme. Onlar ebedî hayatında misliyle sana iade edilecek. Birine infakta mı bulundun. Kaybettiğini, malının azaldığını zannetme. Aksine kazandın. Hep alıyorsun yani.
Hani bir varlıklıya sormuşlar. Bu kadar varlığı, nasıl kazandın? Adam cevap vermiş. "Allah ile yarışarak." Nasıl yani, demişler. "Ben verdim, O verdi, ben verdim, O verdi. Sonunda elbette ben değil, O galip geldi." Yani Cenab-ı Allah, hep veriyor zaten. Fatır Suresinde "Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise ihtiyaçtan uzaktır." buyurmuyor mu?
Bir derste, insanın geniş mahiyetinin Allah'ın isimlerine geniş bir ayna, bir numunecik, bir haritacık olduğunu anlatırken; bir arkadaş, ihtiyaçlarımızla nasıl ayna oluyoruz, diye sormuştu. Asıl, ayna cihetimiz, zaten ihtiyaçlarımız değil mi? Bütün ihtiyaçları karşılayanın, elbette bir şeye muhtaç olmaması gerekir. Çok basit görülen,mesela su ihtiyacınızı karşılaması için, sonsuz bir kâinata, nihayetsiz kudretiyle hükmetmesi gerekiyor. Bu da gösteriyor ki bir ihtiyaç var ama ihtiyaçlı olan biziz. İhtiyaçları karşılayan ise, muhtaç olamaz.
Risale-i Nurun, hususen 9. ve 23. Sözleri ile 7. Meselenin sonu, insanın mahiyet anatomisini emsalsiz bir şekilde anlatan parçalarıdır. Konumuz da "Müminde stres olmaz ve olmamalı ya da olamamalı." olunca, aklıma önce Dokuzuncu Sözdeki Beşinci Nüktenin ilk cümlesi geliyor. Gerçekten Üstad insanı, insana tanıtırken, yani insanın varoluşunun fotoğrafını çekerken, insanın yaşama şartlarındaki var olma, hayatı devam ettirme çelişkilerini açıklıyor ve cesur bir şekilde ifade ediyor. İnsanın bu çelişkilerinin çözümünün de olduğunu gösteriyor. Önemli olan bu zaten.
Fıtraten gayet zayıfız, günlerce hasta yatabiliyor; basit bir ağrımıza engel olamıyoruz. Her olaydan etkileniyor, kolayca strese teslim oluyoruz. Âciziz de... Hem de çok. Bize ait kudretimiz hiç yok. Bir nefeslik ömre bile muhtacız. Bir nefeslik ömür, kâinatı icab ediyor. Ömrün devamını sağlayacak hiçbir şartı yerine getiremiyoruz. Her isteğimiz gerçekleşmiyor, gerçekleştiremiyoruz. Bu, bizi müteessir ve müteessif ediyor. Yani bazen elde edemediğimiz, bazen de kaybettiğimiz basit bir şey dünyamızı altüst etmeye yetiyor. Devamlı olmasını istediğimiz huzurumuz, darbe üstüne darbe yiyebiliyor. En önemlisi de en kıymetli varlığımız hayatımızı kaybetmek istemiyoruz. Ama hayattan yana, eksiliyoruz devamlı eskiyoruz. Sevilenler, (dost, dünyevî makam, maddî servet) sonrası olmadığından, insanı doyurmuyor. Hatta bazen de bunlar, daha yukarısına işaret ettiklerinden, bizi huzursuz ediyor. Bu huzursuzluk, çeşitli şekillerde kendini gösterince, modernite, buna çare olarak ya tahribatı tamirattan fazla ilaçlar ya da insanı daha fazla strese sokan aklı iptali gerektiren "Derin düşünme, boş ver, herkes gibisin, aklına başka şeyler getir." gibi, neticesiz tavsiyelerde bulunuyor.
Halbuki dünya, insanın duygu ve isteklerini tam karşılamaya müsait değil. Dünyanın böyle yaratılması, kötü değil. Kötü olan, dünyanın bu faniliğinin doğru okunamamasıdır. Bu hâliyle, insanı tam doyuracağının zannedilmesidir. İnsanı doğru okuyamayan, dünyayı da yanlış okuyor. Dünyayı doyum yeri zannediyor. "Eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısa insan" ebedî bir arayışa yönlendirilmeyince de boğuluyor. Sıkıntı içinde kalıyor. Hatta çözümsüzlük, ona hayatı anlamsız kılıyor. Hayattan kurtulmak, onun sona ermesini istiyor. Yani stresinin son noktası...
Yaşamanın tepkisiz bir cesede dönüşmemesi, neticede hayatta olmanın işlevsiz bir yük halini alıp hantallaşmaması, bu işlevsizliğin ve hantallığın yani insanı strese götürmemesi için, insanın bazı sorulara doğru cevap vermesi, varlığını sorgulaması, işi kökünden halletmesi, 'madde zarfının manevî mesajını doğru okuması', yani Yaratıcının kudret ve rahmetiyle yüzleşmesi elzem.
İnsaniyetin ona bildirdiği arzu ve ümitlerinin gerçekleşeceği, ümidinin sönmemesi, sonuçta içini Rabbine dökmesi, "Ben burada O'nun misafiriyim." şuurunun ona yüklenilmesi gerekiyor. Yani sen seçilmiş, aranmış, bulunmuş ve misafir edilmişsin. İşte bu, huzurun, sükûnetin biricik kaynağı. Medet O'ndan, takdir O'ndan bekleniyor. Başka neye ihtiyaç olur ki?
Evet dostlar, 'mevzu serin, kaynak derin' olunca, biraz uzadı yine. Baştan nefsime, yine tekrar ediyorum. Elinde iman ve tevekkül ilacı olan bir Müslüman'ın semtine, stresin uğramaması gerekir. Bilmem siz ne dersiniz?
Selam ve dua ile.