"Eğer mü’minlerden iki grup birbirleriyle çarpışırlarsa, hemen aralarını bulun barıştırın! Şayet biri ötekine saldırıyorsa Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse yine adaletle aralarını düzeltin ve hep insaflı olun. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (Hucurat sûresi, 9)
Neseî'de geçen bir hadis-i şerifte buyuyor ki Aleyhissalatuvesselam: "Şu üç haslet kimde bulunursa, o kişi, imanın lezzetini almıştır. Allah ve Resulünün, o kimseye, o ikisinin dışındaki herşeyden daha sevimli olması. Allah için sevmesi ve Allah için buğzetmesi. Büyük bir ateşe düşmek Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmaktan sevimli gelmesi."
Bu hadis-i şerifi her hatırlayışımda mürşidimin Mektubat'ta geçen bir ifadesi de hatırıma geliyor. Orada Şah-ı Nakşibendi Hazretlerinin virdinden "Bu iman üzere yaşar, bu imanla ölür, bu imanla diriliriz!" cümlesini naklettikten sonra diyor ki Bediüzzaman: "(...) dediğim zaman nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika aksini farz etmek bana gayet elîm geliyor. Bütün dünya benim olsa birtek hakaik-i imaniyenin vücut bulmasına bilâ tereddüt vermesine nefsim itaat ediyor."
Burası, mezkûr hadis-i şerif ile oluşturduğu paralellik dışında, şundan dolayı da kıymetli görünür bana: Bediüzzaman'ın 'tarafgirlik' kelimesine pozitif bir karşılık yüklediği yerlerden birisidir mezkûr metin. Ancak ben, tam da burada, 'tarafgirliğin' külliyatın geneline yayılmış bir tutum olduğunu belirtmek isterim. Bu diyeceğim hâkim kültürün 'objektiflik övgüsü' ile baştan çıkmış bireylere kabulü zor birşey gibi gelebilir. Fakat, evet, Bediüzzaman kaleme aldığı neredeyse her metinde 'objektif' değil 'tarafgirdir.'
Peki neye tarafgirdir? Hakka tarafgirdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin cadde-i kübrasına tarafgirdir. Sünnete, sahabe-i kirama, selef-i salihine, müçtehid imamlara, muhaddisuna, mutasavvıflara, ehl-i sünnetin ana omurgasını oluşturan her istikametli renge tarafgirlik gösterir Bediüzzaman. Dışarıdan yapılan eleştirilere karşı da onları savunur. Kendisini tarikat mesleği içinde tanımlamamasına rağmen, ehl-i bid'a/ilhad hücumlarına karşı onları savunması da ancak böyle bir 'tarafgirlik' hissiyle anlaşılabilir zaten. Mürşidim hak dairesinde kesinlikle taraftır. Hak-bâtıl düzleminde onun objektif olduğunu düşünen varsa ya yukarıdaki mezkûr cümlelerini anlamamıştır yahut Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ni okumamıştır veyahut da Bediüzzaman'ın 15. Söz'ün Zeyli'ndeki 'bitarafane muhakeme' eleştirisini anlamamıştır:
"Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir. Çünkü Kur'ân'a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir."
Hak-bâtıl düzlemindeki bir objektiflik iddiasının aslında taraf-ı muhalifi iltizam etmek, yani karşı tarafta geçmek, onu 'norm' olarak almak olduğunu açıkça belirten mürşidim; hem bu eserine hem de Hikmetü'l-İstiaze Risalesi'ne 'istiaze/sığınma' vurgusu içeren ayetlerle başlar.
Buradan hareketle denilebilir ki: Bediüzzaman, Kur'an'daki 'şeytandan sığınma' ifadelerini bir 'hakka tarafgirlik' olarak anlamıştır. Cenab-ı Hakkın, kelamında ona bu kadar çok yer vermesini, 'istiaze'nin besmeleye arkadaş olacak kadar sık kullanılmasını böyle yorumlamıştır: Kalbine şeytan ve müntesipleri tarafından bir şüphe atılacak olursa 'objektiflik namına' ona da hak rengi verip ortada bir yerde durmaya çalışma. Allah'a ve ehl-i sünnetin bilgi sistemiyle sana gelen bilgiye/düşünme biçimine sığın. Bu sığınma, bir anlamda 'orada cevap aramak' olarak anlaşılabileceği gibi, 'oradan cevap üretmek' olarak da anlaşılabilir. Mürşidim eserlerinde her ikisini de yapmıştır.
Peki Bediüzzaman 'tarafgirliği' hangi hallerde kötüler? Bunu da kendisinin Lemeat'ta geçen bir cümlesinden anlayabiliriz: "Ey talib-i hakikat! Madem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen." Hemen altındaki bölümde ise duruşunu biraz daha açar: "Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı: Hüve'l-hakku yerine hüve hakkun olmalı; hüve'l-hasen yerine hüve'l-ahsen olmalı. Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: 'İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse benim en güzelidir.' Dememeli: 'Budur hak; başkaları battaldır. Ya yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.'"
İşte, kanaatimce, bir kısım modernistlerin yanlış uyguladığı, bir kısım nurcuların ise Bediüzzaman'da yanlış anladığı şey budur: Bediüzzaman, ehl-i sünnet ve'l-cemaatin çok renkli/sesli sistemi içindeki renkler/seslerin bütünü için tarafgirdir. Her rengi anlamaya çalışır. Fakat o renklerden birisinin hakkı yalnız kendisinin malı gibi görmesine karşıdır. Yani, hakta taraftır, ehakta tarafgir değildir. Renklerden birisinin kendisini ehak gibi görmesiyle de bir meselesi yoktur mürşidimin. Fakat onun ehaklığını dayatmasına ittihad-ı İslam adına karşı çıkar. Hakkın geniş dairesinin onu bâtıldan ayırıcı çizgilerini vurgulamakta ise ısrarcıdır. Zaten eserlerinin tamamı bunun üzerinedir.
Hazır fırsatı oluşmuşken, burada, kimilerince yanlış anlaşıldığını düşündüğüm bahislerden birisine de temas etmek istiyorum. Bediüzzaman'ın, şia ve ehl-i sünnet arasındaki kavganın bitmesini isteyişi, ehl-i sünneti ve şiayı aynı derecede hak gördüğünden değildir. Hâşâ. Şu cümlesi bile bunu ispat etmeye yeter: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! " Burada hak kime verilmiştir? Cümlenin geçtiği metin boyunca, Bediüzzaman kimin duruşuna 'hakikatli' demiş, diğerinin duruşunu 'hak dairesine çekmeye' çalışmıştır? Denilebilir ki: Bediüzzaman, hak dairesinde bizimle ittifakta oldukları noktalardan dolayı, şiayı da bâtıla karşı ittihada çağırmaktadır. Fakat, meseleyi böyle anlamak nerededir, şianın da tastamam hakkı ifade ettiğini söylemek nerededir? Öyle düşünenlerden mürşidimi tenzih ederim. Onun açık ifadeleri duruşunu göstermeye yeter.
Bitirirken şuna da dikkat çekeyim ki: Modernistler İslam'a dair olan her meselenin tartışmaya açılabileceğini ve tartışmadaki her görüş sahibinin de yine İslam dairesinde kalabileceğini sanıyorlar. Hatta ne zaman ehl-i sünnet dairesinden "Sınırı geçiyorsunuz!" ihtarı duysalar muhataplarını 'tekfircilikle' veya 'ayrımcılıkla' suçluyorlar. İşte bu, bence, hak/ehak meselesinde modernist/reformist kesimlerin yanlış anladığıdır. (Veya çarpıtmaya çalıştığıdır.) Biz ehakkı tartışırız ve "Hakkın içinde ehakkı konuşan/tartışan herkes bizim gibi hak mesleğindedir!" deriz. Hak ekollerin, aralarındaki farklılıklara rağmen, birbirlerine sevgileri bundandır. Mürşidlerine saygıları bundandır. Yollarına hürmetleri bundandır. Fakat bâtıl alanında üretilmiş bir bilgiye ve o bilginin sahibine de "Sen de bizdensin!" demeyiz. Aptal değiliz. Mecnun değiliz. İttihad postu giydi diye kurdu koyun sürüsüne sokmayız. Sokan da bizce çobanlık hamiyetinde yalancıdır. Vesselam.