Müslümanlar Hilafeti unuttu ama birileri hakareti unutmadı
Edep Yahu!
Müslüman hanımların yüzlerce sene tesettür için örtündükleri çarşafların televizyon ekranlarında yırtılıp ayaklar altında çiğnendiğini görünce içim yandı. Bizler yaş itibarıyla işgal günlerini görmedik. O dönemi yaşayan insanların hangi hakaretlere uğrayıp nasıl acılar çektiklerini anlamak bizim için zordu. Ama bu manzara bana o acıyı yaşattı. Bir an tarihî bir filmi seyretmeye başlamıştım! Yunanlıların İzmir’e çıkışlarında kordon boyunda şenlik yapan Rum kadınlarını gösteriyordu kameralar. İngiliz Amiral de Robeck, beyaz atıyla geçtiği Galata sokaklarında Levantenler gösteri yapıyorlardı.
Bu manzara bize 70 yıldır yapılan pek çok yanlışı yeniden değerlendirme fırsatı vermeli diye düşünüyorum. Cumhuriyetimizin kuruluşu ve temel kurumlarının yerleşmesi ile ilgili pek çok kutlamada eline bir fırsat geçirdiğini sanan bir çok zavallı; tarihimize ve milliyetimize, örf ve ananelerimize hakaret etmeyi aydın insan olmanın bir göstergesi sanıyor.
İmparatorluk alışkanlıkları henüz canlı, yeni kurumların yerleşmesi lazım düşüncesiyle, ilk dönem de bazı siyasiler yalan olduğunu bildikleri halde, Osmanlı’yı temsil eden kişi ve kurumlar aleyhinde ağır konuşmalar yaptılar. Bu tavrın o dönem için anlaşılabilir bir tarafı vardı. Ancak o dönemin üzerinden çok sular aktı. Her şey yerli yerine oturdu. Şimdi aynı yanlışı ısrarla sürdürmek, her anma gününde, tarihimize, inançlarımıza, milliyetimize akıl almaz iftiralar yapmaya devam etmek, bu milletten intikam almak için yapılmıyorsa bu bir hamakattır.
Bu zavallılığa düşen yeryüzünde ikinci bir millet bulmak zordur. Bütün resmi ve gayr-i resmi kurumlar, anma günlerinde konu ile ilgili akademik araştırmalara, panellere ve tarihi kendi şartlarında anlamaya yönelik çalışmalara ağırlık vermelidir. Tarih üzerinden milli ve manevi değerlere hakarete izin verilmemelidir
Son yaşanan hakarete vesile edilen Hilafetin kaldırılması ile ilgili bazı bilgileri okuyucularımla paylaşmak istedim.
SON HALİFE’NİN SEÇİMİ
Sultan Vahdettin, mütarekeden sonraki süreci iyi başlatmış, ama başarılı bir şekilde sürdürememişti. M. Kemal’e verdiği olağan üstü yetkilerle milli mücadelenin önünü açması kendisinden beklenen bir durumdu. Çünkü o bir Osmanlı padişahıydı. İngilizlerin milli mücadeleyi kontrol etmesi için yaptıkları baskılara uzun süre direndi. Ancak özellikle Ankara’da meclisin açılmasından sonra aldığı kararların çoğu hatalıydı. Vahdettin’in en büyük yanılgıyı İngilizler konusunda yaşadı. İngilizlerin Hilafet ve saltanat makamını koruyacaklarını düşünmesi, savaş suçlarını üzerine almamak düşüncesiyle İttihatçı düşmanlığını bir kapris haline getirmesi, milli mücadele aleyhine fetva yayınlaması, ve Kuvay-ı inzibatiye ya da Hilafet ordusu adıyla bir ordu kurup Anadolu’ya sevk etmek isteyen Ferid Paşa’ya engel olamaması bu hataların başlıcalarıydı. Vakit ve imkan varken kendisinin ya da Veliahd Abdülmecid’in Anadolu’ya geçmesi kararını alamamıştı. Ankara’ya davet edilen Veliahd Abdülmecid Anadolu’ya kaçabilir endişesiyle Dolmabahçe sarayında kuşatılmış haldeydi. Bu kararların Damat Ferid Paşa’ya isnat edilmesi Sultan Vahdettin’i sorumluluktan kurtaramazdı.
Savaş yıllarının belirleyici gücü İngiltere için saltanat ve hilafetten kurtulmanın zamanı gelmişti. Vahdettin bunu çok geç anladı. Ona verdikleri desteğin asıl amacı Ankara ve İstanbul arasında çıkacak fitneden azamî ölçüde yararlanmaktı. Ve bundan azamî ölçüde yararlandılar. Şayet Saray ile Ankara milli mücadeleyi birlikte yürütmüş olsalardı. Ne
Nihayet itilaf devletleri 19 Ekim’de İstanbul’u Türk ordusuna teslim ettiler. Şehre giren Refet Bele Paşa, on gün sonra Vahdettin ile görüştü. Bu görüşmenin ayrıntılarına göre Sultan Vahdettin, “icra kudreti ve teşri selahiyeti kendisinde mütecelli ve mütemerkiz bulunan milletin yegane ve hakiki mümessili Türkiye Büyük Millet Meclisi”ni ve Ankara hükümetini tanıyacak ve kendisi hakkında verilecek kararı bekleyecekti.
Vahdettin, saltanatsız hilafetin bir anlamı olmadığını ileri sürmüş ve olumlu cevap vermemişti. Bu arada barış konferansı tarafından yapılan davete İstanbul hükümetinin katılmasını isteyen Sadrazam Tevfik Paşa’nın telgrafı Ankara’yı hareketlendirdi. Mecliste ve basında Vahdettin hain ilan edilmiş, yargılanması için karar alınmıştı. Bu tavırda onun Refet Paşa’nın teklifini geri çevirmesinin rolü büyüktü. Nihayet 1 Kasım 1922 tarihinde Saltanat kaldırıldı. Bu kararı yine Refet Paşa tebliğ etti. Vahdettin’in cevabı kesindi. “Saltanatsız bir hilafeti hanedanımızın en aciz bir ferdinin bile kabul etmeyeceğine emin olabilirsiniz paşa!” diyerek görüşmeyi kısa kesti.
Ne varki Vahdettin’in bu sözü sadece 19 gün geçerli olacaktı. Veliahd Abdülmecid, Ankara ile anlaşmıştı.(1) 11 Kasım’da Le Temps gazetesine verdiği mülakatta bu durumu ilan etti. Sözde kalan Tevfik paşa hükümeti dağılmış, Sultan Vahdettin’den vatanı terk etmesi istenilmişti. O da öyle yaptı 16 Kasım’da İstanbul’u terk etti.
ABDÜLMECİD’İ HALİFE İLAN EDEN FETVALAR
Vahdettin’i hilafet makamından alıp son halife Abdülmecid’in hilafetini ilan eden fetvalar şöyleydi:
Elcevap: Allahu âlem bi’s-sevap olur. Ketebehü el fakir afa anhül ğani Mehmet Vehbi.
Bu surette hukuk ve menaf-i İslamiyeyi sıyaneten makam-ı hilafete layık bir zata erbab-ı hal ve akit tarafından biat olunmak vacip olur mu?
El cevap: Allahu Alem olur. Ketebehü el fakir afa anhül Ğani Mehmet Vehbi.”
Meclisin bu kararı üzerine Halife Abdülmecid, meclise aşağıdaki telgraf ile cevap verdi.
Halife hazretlerinin büyük millet meclisine cevapları
“Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi Riyasetine
Âmme-i Müslimin için mucib-i mahv olan düşman tekalif-i şedidesini kabul ve Müslimini müdafaa ve mücahadelerinde düşmana muvafakatle beyne’l-müslimin ika-i şer ve fesat ve sefk-i dimaya fiilen teşebbüs ve bu hareketinde devam ve ısrar ve bi’n-nihaye ecnebi himayesine tevdi-i nefs ederek makar ve makam-ı hilafetten firar eden Vahidüddin Efendi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi Şer’iye Vekaleti’nden verilen feteva-i şerife mucibince inhilaına meclis heyet-i umumiyesinin 18 11 338 tarihinde münakit 140. ictimaının 5. celsesinde müttefikan karar verildiği beyanıyla ve Türkiye Devletinin hakimiyetini, bi-la kayd ü şart milletin uhdesinde mahfuz tutan teşkilat-ı esasiye kanununa tevfikan, “icra kudreti ve teşri selahiyeti kendisinde mütecelli ve mütemerkiz” bulunan milletin yegane ve hakiki mümessillerinden mürekkeb Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 18 11 338 tarihinde müttefikan kabul ettiği esbab-ı mucibe ve esasat dairesinde, meclis-i alice münakit celsede makam-ı müallay-ı Hilafete intihap olunduğumun derciyle keyfiyetin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce âlem-i İslam ve Türkiye halkına iblağ olunduğunu müşir 18 11 338 tarihli telgrafname-i samilerini mahzuziyetle aldım.” (2)
Bu cevap Ankara’nın isteği doğrultusunda yazılmıştı. En önemli özelliği “icra kudreti ve teşri selahiyetini” Büyük Millet Meclisine bırakmış olmaktaydı. Bu durumda kendinin hangi yetkilerinin bulunduğu bilinmiyordu. Daha da önemlisi artık seçen konumda olmadığı, seçilen bir memur konumunda olduğunun tescil edilmesiydi.
O günlerde yayınladığı bir beyanname ile halifelik konusunda kendi anlayışını şöyle ifade etmişti:
Muazzam İslam ümmetinin en yüce emeli, ilahî kelamın ve şeriat-ı Ahmediyye’nin vaad ve tebşir buyurdukları dünya ve dine ait yükselmenin gerçekleşmesi için çalışmaktan ibaretti.
Yeni halife, Allah’ın kendisine emanet ettiği imamet görevini bunu gerçekleştirmek için kullanacaktı. Bu yolda başarılı olmak için bütün Müslümanların ve din alimlerinin meşveret şeklinde yardımlarını istiyordu.”
Ancak bu fonksiyonun icrası için devletin mevcud yapısı uygun değildi. Ve bu durum kısa süre içerisinde anlaşılacaktı.
Yeni halife kutlamaları kabul ediyor, gazetelere beyanatlar veriyordu. Yenigün’de yayınlanan bir mülakatında öteden beri milli mücadeleyi desteklediğini ifade etti.
“İntihabımdan dolayı bütün Türk milletine minnettarım. Makam-ı hilafette bulmuşum inşallah gerek âlemi İslam gerek Türk milleti için badi-i saadet olacaktır. Cenab-ı Haktan daimi temenniatım budur. Zaten bütün hayatımı Türk milletinin saadetine, âlem-i İslam’ın selametine hasrettim. İnşallah cenab-ı Hak tevfikat ihsan eder mütebaki ömrümü de bu millet-i necibenin tealisine hasrederim.!”
“Tabi umuma nef’i olmayacak hayatı katiyen arzu etmem. Bütün temennim milletimin saadetidir. En genç yaşımdan beri dünyada hiçbir şeye merak etmedim. Ekseriya okumakla vakit geçirdim. Memleketimin ve milletimin saadeti neye münhasırsa çocukluğumdan beri onun için çalıştım. Hayatımın çok kısmı kapalı geçti. Öyle olduğu halde milletim saadetine taalluk eden meseleler ile meşgul oldum. İnşallah mütebaki ömrümü de ona hasredeceğim. Zaten bizim gibi insanlar başka ne düşünebilirler.”
“Milli mücadeleyi daima takdir ettim, daima şükranla karşıladım. Bu hissiyatımı Avrupa büyükleriyle, yabancı gazetecilerle vuku bulan görüşmelerimde daima söyledim.!”
Halife Abdülmecid, vatanın ve halkın saadeti için çalışacağını söylüyor, istikbal için büyük ümitler besliyordu.
SON HALİFE’NİN SÜRGÜNÜ
Henüz her şey pazarlık masasındaydı. Lozan’da son söz söylenilmemişti. Bir günde her şeyin tersine dönmesi mümkündü. Nitekim aradan bir birkaç yıl geçmeden 25 Şubat 1924 yılı bütçe görüşmelerinde Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ve 53 arkadaşı Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı Hanedanının yurt dışına çıkarılmasını isteyen bir önerge verdiler: Önergenin ilk maddesi "Halife hal' edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyetin mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan, Hilafet Makamı mülgadır." denilmekteydi.
Kendisini 'ılımlı bir liberal ve bir İttihad-ı İslam yanlısı' olarak tanımlayın Gümüşhane Mebusu Zeki Bey “Meclisin hilafeti kaldırmakla değil, koruyup yaşatmakla mükellef olduğunu, hilafet gibi, tarihte büyük bir misyona sahip olan bir kurumun kaldırılmasıyla yalnız Türkiye'de değil diğer İslam ülkelerinde de son bulacağını ve böyle bir kararın verilmemesi gerektiğini” ileri sürdü. Ancak o dönemde önce karar alınıp sonra meclise teklif edildiği için muhalif hiçbir görüşün dinlenmesi mümkün olmazdı.
Kanun teklifinin giriş kısmı, Türk tarihi açısından elbette bir vefasızlık örneğiydi. “Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde makamı hilâfetin vücudu Türkiye'yi dahilî, harici siyasetinde iki başlı olmaktan kurtaramadı istiklâlinde ve hayat-ı milliyesinde müşareket kabul etmiyen Türkiye'nin zahiren ve zımmen bile olsa ikiliğe tahammülü yoktur. Asırlardan beri Türk Milletinin sebeb-i felâketi ve ilâ nihaye fiilen ve ahden bir Türk İmparatorluğunun vasıta-ı inkırazı olan Hanedanın hilâfet kisvesi altında Türkiye'nin mevcudiyetine daha müessir bir tehlike olacağı tecrübe ile katiyen sabit olmuştur. Bu hanedanın Türk Milletiyle münasebattar olan her vaziyeti ve kuvveti, mevcudiyet-i milliyemiz için mahz-ı tehlikedir.” (3)
Hilafetin şekli ve görev tanımı elbette izaha muhtaçtı. Ama yarıda kesilen Lozan görüşmelerinin bu kararda bir etkisi var mıydı? Bu sorunun cevabını belgelere dayalı olarak vermek şu anda mümkün değil! Ancak bu konuda derin bir şüphenin varlığı her zaman dile getirilmiştir.
5 Mart 1924 tarihinde Osmanlının son Halifesi Abdülmecid Efendi'nin Türkiye sınırları dışına gönderilmesinin ardından asırlardan beri devam eden Cuma hutbelerinin halife adına okunması ve ona dua edilmesi geleneği de son buldu. Son halifenin İstanbul'dan ayrılmasıyla birlikte İstanbul Müftülüğü, bütün camilere yaptığı tebligatta; hutbelerde halife ismi yerine millet ve cumhuriyetin zikredilmesini, millet ve cumhuriyetin saadet ve yüceliği için dua edilmesini istedi. (4)
BEDİÜZZAMAN NE DÜŞÜNÜYORDU?
İmam Bediüzzaman, tarihin çok önemli bir kesitinde Ankara’ya gelmişti. (22 Kasım 1922) Saltanat yeni kaldırılmış, hilafet ile ilgili tartışmalar sürüyordu. Onun nazarında kavramların ve isimlerin değil o kavramların içini dolduran manaların ve ruhun önemi vardı. Sözgelimi Cumhuriyet konusundaki fikrini açıklarken “Hulefa-i Raşidîn hem halife hem reis-i cumhur idiler (…) Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler” demişti. Gerçekten de cihan harplerinden sonra tüm dünyada iş başına geçen bütün askerî liderler, kurdukları rejimlere cumhuriyet ismini vereceklerdi ama gerçekte birer diktatör olacaklardı.
Bediüzzaman’ın düşünce siteminde, Kuran’ın sosyal meselelerin çözümünde en kesin emri olan meşveret ve şuranın çok önemli bir yeri vardı. Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradadır demiş, meşrutiyeti Kur’an ahlakı ile süslemek şartı ile kabul etmişti. Kur’an tefsirleri bile her ilmin mütehassısları arasında kurulacak bir şura tarafından yapılmalıydı. Aynı şekilde İslam aleminin karşı karşıya bulunduğu problemlerin çözümünde tek bir şahsın fikirleri yeterli olamazdı. Halife bir şura meclisine dayanmalıydı. Mecliste dağıttığı beyannamenin bir maddesi bu konu ile ilgiliydi:
“Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek. Şu meclis-i âlînin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini, Meclis tatmin etmezse, bi’l-mecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki meclis elinde bulunmayan ve meclis tarîkıyla olmayan böyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, “parçalanmayınız…” âyetine zıddır. Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm’ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır.” (5)
Saltanatsız hilafet, fonksiyonunu yitirmiş sayılırdı. İşin bu halde bırakılması dinin ihmal edilmesine yol açardı. İki yol vardı. Ya meclis hilafetten beklenen görevleri yerine getirecek, ya da halifeye kuvvet ve yetki verilecekti. Oysa meclisin denetiminde olmayan böyle bir kuvvet parçalanmaya yol açardı. Hilafet görevi bir şahsın uhdesine değil bir (cemaatin, şuranın, meclisin) omuzlarına bırakılmalıydı. “Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir.”
Kuran’ın emirlerini anlama ve ondan hüküm çıkarma konusunda cemaat daha sağlam iş göre bilirdi. Öyleyse meclise düşen görev, İslamiyet’i tahrip etmeye çalışan düşmanlara yardım etmek değil bilakis İslamın sembolü olan değerlerin korunması için çalışmaktı.
Ancak gelişmeler öyle olmadı. Meclisin ruhu başka bir şekil almıştı. En karanlık günlerini yaşadığı Ankara kalesi başında “senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kal'anın ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devleti'nin ihtiyarlığı ve Hilafet saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı; bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir halet verdi” diyerek memleketinin yolunun tutmuştu.
1-Murad Bardakçı, Şahbaba, s. 200-237
2-26 Ts 1922, Yenigün
3-TBMM, Zabıt Ceridesi, I, s. 38, İ/2; C/2; 3.3 . 1340
4-Ardakoç, M. Kamran, Hilafet Meselesi, İst-1955, s. 69.
5-Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s. 141