Çağdaş dünyada Müslümanların işgal ettiği konum. Modernite deryasında tutunduğu dal, bindiği sandal. Günümüzde Müslüman insan kendisini nasıl anlamlandırmakta, nerde konumlandırmaktadır? Geleneksel değer ve siperler bir bir yıkılmakta ve işlevsiz hale gelmektedir. Onların koruyuculuk ve himayesi yavaş yavaş tükenmektedir. Mazi artık bir nostaljik hatıra yığını olarak algılanmakta. Geleneğin yani mazinin bir daha gelmeyeceği kesin ve aşikar. Ancak yaşadığımız, duyumsadığımız ve kokladığımız reel dünya ondan daha gerçek ve daha aşikar. Yani her şeye rağmen Müslüman olarak yaşamak zorunda olduğumuz kesin.
Öyleyse hayati sorumuzu sorabiliriz artık: Modern ve çağdaş bir dünya ile inanç ve değerlerimizi nasıl uzlaştıracak daha doğrusu onları nerde buluşturacağız? İnanç ve değerlerimizden vazgeçmemiz söz konusu olmayacağı gibi kendimizi reel olan dünyadan da soyutlamamız söz konusu olamaz. O zaman önümüzde üç seçenek kalıyor. Birincisi, inançlarımızın dünyasına sımsıkı sarılarak var olan gerçekliği [realiteyi] ona göre düzenleyip dizayn etmeye çalışmak. İkincisi, inançlarımızdan vazgeçip kendimizi var olan gerçeklik içinde kaybetmek yani imha olmak. Üçüncüsü, inançlarımız ve realite arasında mümkün olan en asgari mutabakat zeminini arayıp bulmak. Dördüncü bir seçenek ise ufukta görünmüyor henüz.
Korkunç dualizm
Kendi anlam dünyamız içinde meseleyi daha da somutlaştırabiliriz. Kuran ve Sünnet “kutsal bir gelenek” olarak inanç dünyamızı sembolize ediyor. Modernlik, Batılı yaşam tarzı, sınırsız özgürlük, felsefi ve ahlaki nihilizm, kapitalizm, küreselleşme var olan gerçekliği yani vakıayı temsil ediyor. Müslüman birey bu iki zıt kutup arasında nasıl bir tercihte bulunacak? Tamamen nasların efsununa sığınıp kendisini muhayyel bir idealizm ile avutacak mı, ya da nasların evreninden çıkıp kaskatı bir realizm için de savrulup gidecek mi, yoksa üçüncü bir seçeneği daha deneyerek Kuran, Sünnet ve “kutsal bir gelenekle” var olan gerçekliği bir yerde uzlaştırıp barıştıracak mı?
Bu korkunç dualizm [ikilik] bizim yaklaşık bir buçuk asırlık çöküş hikayemizin özetidir. Modern tüm İslami hareketler bu vakıanın algılanış ve yorumlanış biçiminden doğmuşlardır. Yani bu problem onlarca İslami paradigmanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Gerek marjinal ve radikal guruplar, gerek ılımlı ve uzlaşmacı eğilimler, gerekse tavizci ve kabulcü tavırlar hep bu algı ve yorumlanışın eseri. Gelenekselci/idealistler, birinci seçeneği, modernist/realistler ikinci seçeneği, uzlaşmacı/eklektikler ise üçüncü seçeneği tercih etmişlerdir. Sorun hala tam olarak çözümlenmiş olmamasına rağmen Müslüman bireyin modern yaşama fıkhı adına başvurabileceği en sahici ve en gerçekçi eğilim galiba üçüncülerin yani uzlaşmacılar.
Teknik ve ahlak
Bir örnekle konumuza devam edelim. Batının tekniği ve bunun sınırsız bir şekilde hızla yayılması, bütün yerküreyi etkisi altına alması bir vakıadır ve tamamen gerçektir. Bu duruma karşı idealistler, tamamen reddiyeci bir tavır takınırlar. Batının tekniği de ahlakı da onun olsun eğer tekniğini alırsak ister istemez arkasından ahlakı da gelir çünkü teknik yani alet masum olmayıp belli bir zihniyetin taşıyıcılığını üstlenmiştir. İlginçtir ki bu tavrı sergileyenler batıyı en çok tanıyanlardır. Birçoğu modern anlamda batılı eğitimden geçmiştir. Necip Fazıl [İdeolocya Örgüsü] İsmet Özel [Üç Mesele] Rasim Özdenören [Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı] Ali Bulaç [Din ve Modernizm] ve Ali Şeriati [Medeniyet ve Modernizm] gibi. Realistler/modernistler ise her şeyi almakta bir sakınca görmemişler. Teknik ve ahlak ayrımı yapmadan, onları herhangi bir eleme ve süzgeçten geçirmeden tereddütsüzce almayı düşünürler.
Bu eğilim daha ziyade modernleşmeyi nihai hedef olarak gören bürokratik tabakada görülür. Türkiye ve kısmen de Mısır bu tarz bir zihniyetle inşa edilmiştir. Bunun teolojik zeminini hiç şüphesiz ki modernist eğilimli ulema ve aydınlar hazırlamıştır. Uzlaşmacılar ise her iki yaklaşımın aksine meseleyi daha ılımlı, esnek, geçişli ve yumuşak bir düzlemde ele alırlar. Evet, teknik alınmalı fakat teknikle ihraç edilmeye çalışılan ahlak mümkünse terk edilmeli, alınmamalı. Ancak bunun mümkün olup olmadığı ayrı bir tartışmanın konusu.
Demokrasi ve yönetim meselesi
Diğer bir örnek de demokrasi ve yönetim meselesidir. Birinciler yani idealistler her türlü demokratik açılımı ve yayılımı “küfür” olarak nitelerler. İslam ile Demokrasi’yi iman ve küfür gibi karşıt telakki ederler. Bu iddiayı Kuran ve Sünnet’ten alıntıladıkları bazı naslarla kanıtlamaya ve temellendirmeye çalışırlar. İkinciler yani realistler, başta Demokrasi olmak üzere ve her türlü Batılı yönetim tarzını İslam’ın bünyesine çekip çoğunu “İslami” kabul edip hatta daha da ileri giderek ilk Cumhuri ve demokratik yönetimin Asr-ı Saadet ve dört Raşit Halife döneminde uygulandığını ileri sürerler. Bu iddiayı tıpkı birinciler gibi naslarla kanıtlamaya ve temellendirmeye çalışırlar.
Üçüncüler yani uzlaşmacılar, her iki tarafın da bazı doğrularını alarak ancak onlar gibi katı bir tutum takınmadan meseleyi daha yumuşak ve elastiki bir zeminde tahlil etmeye çalışırlar. Konuyu hem nasların hem de mevcut vakıanın buluştuğu daha müstakim bir temele oturtmaya çalışırlar. Çünkü hadisenin tabiatı bunu zorunlu kılmaktadır. Böylece ulaştıkları sonuç diğer sabık iki zıt eğilime nazaran daha sahici ve gerçekçidir. Hasılı, idealistler her şeye hayır, realistler her şeye evet der, uzlaşıcılar ise hadisenin tabiatına göre bazen evet, bazen hayır derler ama bu deyişleri bile temkinli ve sağduyulucadır.
Tarihi olaylara bakış
Diğer bir örnek de tarihe bakışları ve tarihi olayları yorumlayış şekilleri. İdealistler, tarihi ve içinde cereyan etmiş olan her şeyi nasların ışığı ve hakemliğinde ele alırlar ve öyle değerlendirirler. Mesela onlara göre Hz. Ali (ra) mutlak haklı, Muaviye mutlak haksız hatta zalim. Saltanat İslami bir yönetim biçimi olmadığından ve naslarla tamamen çatıştığından şerdir, kötüdür, kabul edilemez. Dolayısıyla Osmanlı, Selçuklu, Memluk ve beylikler saltanatla idare edildiğinden İslami değillerdi, halkın Müslüman olması önemli değil, önemli olan idarenin yapısı. Hatta bazıları daha da ileri giderek bütün bu yönetim şekillerini Dar-ı Harp olarak görürler. Türkiye gibi devletleri söylemeye gerek bile yok. Hele kardeş katli tümüyle bir cinayettir. İslam’la, insanlıkla te’lif edilebilecek hiçbir yanı yok, kesinlikle yanlıştır ve hiçbir gerekçe onu meşrulaştıramaz.
Tarihte tek bir ideal zaman dilimi vardır o da Asr-ı Saadet ve Dört Halife dönemidir, diğer bütün zamanlar bu döneme kıyasla değerlendirilir. İkinciler yani modernistler ise tarihe bakarken onu kendi mantığı ve sistematiği içinde ele alırlar ancak her şeyi meşru ve mubah gösteren “tarihi determinizm” hastalığından kurtulamazlar. Adeta materyalist bir tarih okuyuşları vardır. O dönem de saltanat revaçtaydı dolayısıyla başka bir yönetim biçimi mümkün değildi daha doğrusu tarihin işleyiş mantığı buna izin vermezdi. Kardeş katli bu süreçte kaçınılmazdı ve gerekliydi, zira tarihin kanunları bazen çok acımasızdır, gözyaşının yumuşaklığı yoktur onlarda.
Modernistler ve Murcie
Modernistler bu tür ibahici ve meşrulaştırıcı bakışlarıyla Mürcie’yi andırırlar. Bu bakış günümüzde diktatörlükle yönetilen birçok İslam ülkesindeki uygulamayı hoş görür. Gerçi zaman zaman Demokrasi’den dem vururlar ancak hiçbir zaman erkekçe bir duruş sergileyip haksızlığı kınamazlar. Türkiye’deki başörtü meselesinde modernistlerin tavırları herkesçe bilinmektedir. [ilahiyat camiası hatırlansın] Gariptir modernistler her ülkede hakim statükoyla daima uyum içindedirler bunun nedeni müzmin olan bu bakış açılarıdır. Üçüncüler yani uzlaşmacılar olaya hem realist hem de idealist yaklaşırlar, birinciler gibi reddiyeci ikinciler gibi kabulcü ve tavizci olmazlar, her iki eğilimi müstakim bir paydada buluştururlar. Onlara göre tarih ve içinde cereyan edenler sadece nasların ışığında tahlil edilerek anlaşılmaz ama yalnız kendi mantığı ve sistematiği içinde de ele alınmaz, ikisinin kesiştiği uygun bir zeminde anlaşılabilir ancak.
Mesela saltanat naslarda herhangi bir temele oturmaz belki ama bu onun mutlak kötü ve şer olduğu anlamına gelmez. Naslar da yönetim meselesi müphem ve muallakta bırakılmış olup bazı ana ilkeler öngörülmüştür. Hak, adalet ve şura belirleyici ilkelerdir, yani cumhuri, istişari ve adli. Kur’an eğer bütün zamanları kapsayıcı nitelikte çok kesin ve keskin bir biçimde tanımlanmış ve çerçevesi çizilmiş bir yönetim tarzı belirlemiş olsaydı kendisiyle zıtlaşır bu Sünnetullah’a aykırı olurdu. Bundan dolayı meseleyi zamanın şartlarına bırakmıştır ama ana ilkeleri de koymuştur. Eğer böyle yaklaşmazsak bir Ömer Bin Abdülaziz’i, Mehdi-yi Abbasi’yi, Fatih’i, Selahaddin-i Eyyübi’yi nereye koyacağız? Halbuki bu sultanların İslam’a olan hizmetleri matematiki bir kesinlikle sabittir. Bunu yok saymak İslam’ın yarısını koparıp atmaktır çünkü İslam’ın yarısı bunların faaliyetleri sayesinde pratize olmuştur. Önemli olan saltanatın ontolojik yapısı değil uygulama aşamasındaki İslami karakteri ve çerçevesidir. Demokrasi vb. yönetim biçimleri de aynen böyledir. Önemli olan asli hüviyetleri değil ne kadar İslami [adil] olup olmadıkları. Örnekleri çoğaltmak mümkün: kadın/erkek eşitliği, miras meselesi, örfi sünnetler, konut kredisi, tarihselcilik, mezhepler arası ihtilaflar gibi.
Şiddetin tek kaynağı
İşte üç hakim paradigmanın bakış açıları aşağı yukarı böyle. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi Müslüman birey modern dünya da daha gerçekçi ve daha sahici bir zemine ayak basabilmek için bu üç eğilimden birisini mutlaka seçmeli. Yaşlı küremizin mevcut durumu, hakim konjonktür, siyasi/sosyal değişim ve dönüşümler dikkate alındığında bize üçüncülerin takip etmiş oldukları metodolojinin daha gerçekçi ve daha sahici olduklarını gösteriyor, diğerleri özellikle birinciler hadiselerin değişken tabiatını okumakta aciz ve çaresiz kalıyorlar. Galiba bu acizlik, çaresizlik ve akıl tutulması Suriyeli düşünür Cevdet Said’in dediği gibi şiddetin tek kaynağı.