‘Modern Dünyada Müslümanlar’ (İletişim y. 2015 İstanbul) adlı kitap, her meraklı okuyucunun dikkatini tahrik eden, İslami camianın en uyanık ve en dertli beyinlerinden biri olan Abdurrahman Arslan’a ait. Kitapta esaslı bir modernlik eleştirisi dikkati çeker. Modernlikle birlikte Müslüman muhayyilenin içine düşmüş olduğu trajik ikilemin ayak izleri sürülür. Genel adı dünyevileşme özel adı ise sekülerleşme olan tarihsel süreç içerisinde Müslüman dünyasının anlam haritalarından derin bir kopuşun serencamı okunur. Yeniye, yeniliğe olan intibak kabiliyeti belli bir aşamadan sonra felce uğrayan bir dünyanın anlam tarihi. Müslümanların modernite ile kurdukları ‘zorunlu’ ve ‘sorunlu’ ilişkiye ışık tutuyor kitap.
Yasin Aktay, bu kaotik durumu “anlamın melankolisi” gibi zarif bir ifadeyle dile getiriyor. Kökten reddiyeci (tepkisel) ve tümden kabul edici apolojik (savunmacı) tavırların içine doğru yuvarlandığı derin “anlam krizi” belli başlı tarihsel referanslar eşliğinde sunulmuş meraklı okuyucuya. Sadece yazı yazmak için değil, gerçek bir ihtiyaçtan dolayı kaleme alınmış intibaı veren kıymetli bir çalışma. Dindarların, adını koymadan nasıl bir değişim ve dönüşüm yaşayarak sekülerleştiğinin tarihi bir kanıtı gibi.
Arslan, Müslüman entellektüeller içinde bütün olumsuz karşıt tavırlara rağmen “La” (hayır) diyebilen nadir kalemlerden. Ali Şeriati, Rene Guenon, Cemil Meriç, Ali Bulaç, İsmet Özel, Atasoy Müftüoğlu ve Seyyid H.Nasr gibi modernliğin temel sacayaklarından derin ve haklı bir kuşku içinde. Her namuslu zeka bu kuşkuların kendi anlam semalarımızda arzı endam ettiğini teslim etmek zorunda. Kendi kimliğimizi korumanın biricik şartı “etraflı, esaslı ve kapsamlı” bir medeniyet tasavvurunun tekrar inşa edilmesidir. Modern dünyanın tahrif ve tahrip edici hayasız istilasından kurtulmanın ve korunmanın başka bir yolu ufukta görünmüyor.
En büyük tehlike, formu koruyarak sessizce değişmek yani retoriği ve ritüeli değiştirmeden onu mana bağlamından koparmak, diğer bir tabirle muhtevasından arındırmak. Birkaç asırdır Müslüman entelijansiyanın (aydınlar) dikkatinden kaçan en hayati boyutların başında geleni bu işte. Kabullenerek, benimseyerek, içselleştirerek ve dahi içeriksizleştirerek değişmek. Modernist okuma biçimlerinin “tarihi yanılgısı” bu ölümcül neticenin farkına varamamaları.
Nasıl ki pagan (putperest) Roma’nın örfü ile İseviliğin kaynaşmasından Pavlus Hıristiyanlığı ortaya çıktı, Hz. İsa’nın (as) mesajı esaslı bir “paradigma kayması” yaşadı öyle de modern dünyada İslam ile çağdaş değerleri uzlaştırma adı altında yürütülecek bütün eklektik, sentezci ve terkipçi faaliyetlerin böylesi acı ve tahripkar bir sonla noktalanması kaçınılmaz gibi görünüyor. Kültürel, kimliksel gibi mümeyyiz vasıflarımızı öne çıkarmadıkça komplekssiz bir şekilde kendimizi o lisan ile ifade etmedikçe bu acı sondan kaçabilme ihtimalimiz imkansız değilse de oldukça zor.
Modern seküler dünyanın kayıtsızca meydan okumaları karşısında eylem ve söylem bütünlüğüne ulaşmış bir “bilinç” ve bir “duruşla” karşı koyabilir, Bilge kral Aliyya İzzet Begoviç’in önerdiği mütecanis düzlem üzerinde vasat ümmet olabilme aşkı, vecdi ve heyecanı içinde yürüyerek korunabiliriz ancak. Gettolaşmadan/gettolaştırmadan, antileşmeden/antileştirmeden, ötekileşmeden/ötekileştirmeden, marjinalleşmeden ve dahi entegre olmadan farklılıklarımızın farkına varmak onları güçlü ve onurlu bir şekilde dışarıya yansıtmak kendimizi kendimize ait kavramlarla, modellerle modern dünyaya sunmak ve tanıtmak zorundayız.
“Herkesi kendi konumunda kabul etmek” gibi demokratik işgüzarlıklara tevessül etmeden, hak-batıl, iman-küfür gibi ontolojik karşıtlıkları saf-derun bir hevesle kaynaştırma, homojenleştirme gayretkeşliğine girişmeden kendimizi ifade etmek ve öylece tanımlamak durumundayız. Çünkü Edward Said’in dediği gibi artık şunu çok iyi biliyoruz ki “İslam, batı için ezeli bir travmadır.”
“Muasır medeniyetler seviyesine yükselmek!” ilk dönem aydınlarının manifesto haline getirdikleri nas kuvvetinde bağlayıcı ve çekici bir söylemdi ancak günümüzde “muasır medeniyet” “tek dişi kalmış canavar” gibi bütün sefil ve kirli taraflarıyla gözümüzün önünde. Felsefi ve ahlaki nihilizm, anlam krizi, “tanrının ölümü”, uyuşturucu, seks, küresel afetler, ekolojik dengenin bozulması, amaçsız, idealsiz ve maneviyatsız bireyler…
Cemiyetten topluma, fertten bireye, mefhumdan kavrama, irfandan kültüre, “umrandan uygarlığa”, talimden eğitime doğru yatay bir şekilde mana bağlamından kopartılan kutsallar... Unutmalıyım, biz kendimiz kaldıkça Batı, sevmez ve dahi benimsemez bizi. Değiştirmeden, dönüştürmeden, kendine ait tasavvur kodlarını en mahrem yerlerime enjekte etmeden, beğenmez ve bırakmaz bizi.
Bediüzzaman bu tehlikeye karşı seneler önce uyarmıştı hepimizi:
“Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır." (Mesnevi-i Nuriye)