Müslümanlar, terakkiye susamışlardı. Zirâ, Lozan’ın ihdas ettiği Ankara, bir asra yakın önlerini kesmiş, her türlü eza, cefa ve mezelleti revâ görmüştü. Her sahneden atılmış, her sofradan kovulmuşlardı. Devletin bütün kapıları yüzlerine kapatılmış, bütün nimetlerden mahrum bırakılmışlardı. Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Öz vatanlarında parya” değil, kuduz köpekler kadar tehlikeli, sokak hayvanları gibi sefil addediliyorlardı. Ve medeniyet nimetlerine karşı, uzun bir kıtlıktan çıkmış musibetzedeler gibi açtılar.
AK Parti ile önlerindeki maniler yıkılınca, bütün bir kışı kapalı ağıllarda geçirmiş hayvanların bahar çayırlarına saldırması gibi, dünya nimetlerine saldırmaları kaçınılmazdı! Saldırdılar...
Asırlık açlıklarını gidermeye çalışırken, bütün ölçülerini de bir kenara bıraktılar. Ne adalet kaldı, ne meşruiyet endişesi. Neredeyse bir asır gizli bir gıpta ile seyrettikleri karşı mahallenin bütün günahlarını irtikab için bilenmişlerdi. Onlar gibi yaşayacak, onlar gibi eğlenecek, onlar gibi yatıp kalkacaklardı.
Kısa zamanda karşı mahalledeki zenginlerden farkı kalmayan zenginlerimiz, holdinglerimiz oldu. Sahneye altı delik ayakkabı, yamalı pantolonla fırlayanlar, göz açıp kapayıncaya kadar kat ve yatlarla tanışmış; lüks otomobil kolleksiyonları ile birbirlerine caka satmaya başlamışlardı. En mübtezel cinsinden bir sonradan görmelik ile redd-i miras eder gibi, redd-i dâvâ edip, biz hep böyle idik: Seçilmiş ve zengin insanlar, diyorlardı.
Para ile imtihanı kaybettik. Zenginleşen cemaatler, büyüyen tarikatlar dünyevileştiklerini ya hiç farketmediler, ya da farkettiklerinde yeni duruma çoktan alışmış, iş işten geçmişti.
Ömeri-i Sanii adâlet ve refah tevziinde dillerinden düşürmeyen dünün fakir ama müstağni ve müttaki Müslümanları, yerini Karunvarî bir edâ ile burnundan kıl aldırmayıp, “Biz kazandık!” diyen mahlûklara bırakmıştı. Mazi ile bütün nisbetlerini kesip atmış bu âşina yüzlerin arkasında habis bir ruh gelişip serpilmişti.
Ramazan iftarları, mahalle gösterilerine dönmüş; fakirlerin değil, zenginlerin davet edildiği bu nümayişler, birbirlerine caka satan yeni sınıf mensuplarının iş konuştuğu, dünyevileşmek için fırsat kolladığı birer maskeli balo olmuştu. Sahte gülümseyiş ile sureta tevazuun maskelediği bu yüzlerde taht kuran rezil bakışlar, her değeri inkâr ediyor, her mü’mince talebi kırıyordu.
Erdoğan’ın arada bir yaptığı “Faizleri indirin” çıkışlarına kulak tıkayan Merkez Bankası gibi, bu türedi zenginler de muaveneti unutmuş, kendilerine uzanan fukara ellerini ya görmez olmuş, ya da Yahudi tefeciler gibi sömürmeye başlamıştı. Yardımlaşma, merhamet, İttihad-ı İslâm gibi dünün bayrak mefhumları, rahatsız edici birer hatıraya dönmüştü.
İsmen Müslüman, hakikatte İslâmiyet’le alâkası kalmamış bu yeni sınıfın asıl vebali, geniş kitlelerde İslâmiyete karşı meydana getirdiği soğukluktur. Kader, elbet bu büyük vebalin hesabını soracak, bu adaletsiz, zulmanî ve dünyevî saltanatın cezası da büyük olacaktır. Asıl esef ve elemim, bu içerden çürümüşlüğün ümid ve saâdet temennilerimizi kırmasıdır. Keşke eski fakirler ama yüreği yangın yeri gibi büyük dâvâ adamları olarak kalsa idik.
“Suud ve terakki(nin), müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta olduğu”nu (Kastamonu Lâhikası) söyleyen Bediüzzaman’ı bugünün dünyevileşmiş zengin Müslümanları teyid ettiler. İslâmiyet dairesinde ve imanımızı koruyarak zenginleşmeyi beceremedik. Yazık...