Geçenlerde biri bana bir yazı gönderdi. Bu yazıda tarihin kendine ait bir akışı olduğu ve tarihi aktörlerin hiçbir öneminin olmadığı anlatılıyordu. Örnek olarak Adolf Hitler veriliyordu ve o olmasa da Almanya'nın İkinci Dünya Savaşını çıkaracağı söyleniyordu. Ayrıca hatalı bir biçimde Marx'ın tarihte gerçekleşen her olayın gerçekleşmek zorunda olduğu için gerçekleştiği sözü bağlamı göz ardı edilerek alıntılanıyordu. Ayrıca yazar, kader olgusunu da tezine delil olarak kullanıyordu.
Öncelikle kader ile ilgili örnek tam bir cehalet taşıyor. Çünkü kader sebeple sonuca bir bakar. Yani kaderde İkinci Dünya Savaşının Adolf Hitler eliyle Almanlar tarafından başlatılacağı yazılıydı. "Hitler olmasaydı da savaşı Almanya başlatırdı" demek doğru bir Kader anlayışına aykırıdır. Çünkü kaderde ikisi bir yazılmıştır. Bu maktül nasıl olsa ölecekti deyip katilin cezasını affetmeye benzer ki adalete ve mantığa aykırıdır.
İkinci olarak Marx'ın sözü de bağlamından koparılmıştır. Doğru, Marx tarihi pozitif bilimler gibi ele almıştır ama ona göre aktörler, kahramanlar etkisiz değil aksine tarihin bir ürünü olarak belirleyici konumdadırlar. Ama bununla beraber tarihi şahsiyetler de zamanın akışının ürünüdürler. Yani bir diyalektik vardır.
Burada Einstein'in genel göreliliği ile ilgili söylenmiş bir sözü çok anlamlı buluyorum: "Uzay-zaman maddeye nasıl hareket edeceğini, madde de uzay-zaman'a nasıl büküleceğini söyler." (John A. Wheeler) Yani "asıl olan uzay zamandır, maddenin hiçbir önemi yoktur" demek çok saçma olacaktır. Çünkü her ne kadar maddeyi hareket ettiren uzay zamansa da uzay zamanı büken maddedir. Aynı mantıkla tarihin akışını aktörlerden bağımsız ele almak mümkün değildir. Hz. Muhammed (asm), burada muhteşem bir örnektir. Levlake olgusu örnek verilebilir.
Beni en çok üzen şey ise yazısı gönderilen kişinin kendisine tasavvuftan siyasete farklı konularda böyle saçma tezlerle yetkin bir şahsiyet hatta arkadaşımın dediğine göre bir nevi Mehdi süsü verdiğini ve hatta çevresine de belli bir eğitim seviyesine sahip ama muhakeme yeteneğinden yoksun bir kitleyi topladığını öğrenmek oldu. Feto ve Adnan Oktar belalarından yeni kurtulmuş bir toplum olarak daha en basit kader mantığından yoksun böyle şahısların tuzağına karşı uyanık olmak lazım.
Duyduklarımdan sonra arkadaşıma bu şahsa karşı gelenler olup olmadığını sordum. Taraftarlarını "Şeyhi inkar edene en ufak bir muhabbet kırıntısı gösteren bile kâfir olur." gibi bir cümleyle konsolide ettiğini öğrendim. Tabi bunu duyunca aklıma Münazarat kitabı geldi. Orada Said Nursiye de aynı soru soruluyor. Müslümanların ittifak edememesinin sebebi olarak şeyhlerin birbirinin münkiri olduğu söyleniyor. İşte soru ve Said Nursi'nin cevabı:
"Sual: Nasıl birbiriyle ittihad ve ittifak edecekler? Hâlbuki bazıları bazılarını münkirdir. Onların düsturlarındandır ki, münkir ile muhabbet, belki ünsiyet dahi haramdır. İnkâr meselesi mühimdir.
Cevap: Öyleyse size şöyle bir hitap etmek hakkımdır: Ey divaneler! İşitmediniz mi, anlamamış mısınız ki, اِنَّماَ الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ ("Mü'minler ancak kardeştirler." Hucurât Sûresi, 49:10.) bir namus-u İlâhîdir? Veya körleşmiş misiniz ki, görmüyor musunuz ki, لاَ يُؤْمِنُ اَحَدُكُمْ حَتّٰى يُحِبَّ ِلاَخِيهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِه ِ("Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini din kardeşi için istemedikçe tam iman etmiş olamaz.") bir düstur-u Nebevîdir? Acaba şu sıdk ve kizb mabeyninde mütereddit olan inkâr meselesi, nasıl oldu şu iki esas-ı lâzım ve metine nâsih olabildi, bu inkâr meselesi doğru olsun? Allah’ın kelâmı değilki, mensuh olmasın. İşte zaman onu nesheder. Zararı faidesine galebesi, neshine fetvâ verir. Mensuh ile amel câiz değildir."
İşte Said Nursi'nin farkı...
Bu sebepledir ki Nurcular alimlerden Risale- i Nur'a itiraz geldiğinde kırmadan cevaplamaya çalışırlar. Ve uhuvveti esas tutarlar. İnsaniyeti Uhud dağı azametinde ve İmanı Kabe ehemmiyetinde kabul ederler.
Yazımı noktalarken hepimizin zamanın fitnelerinden muhafazamızı niyaz ediyorum...