Sevgili’yle yollar kesişiyor
Hatice devrin büyük tüccarlarındandı. Yaz ve kış aylarında Şam ve Yemen taraflarına kervanlar gönderiyordu. Memurları, kâtipleri ve köleleri vardı. Fakat hayat meşgalesini sürdürebilmek için güvenilir bir yar ve yardımcıya ihtiyacı vardı. İşini eşine teslim etse öyle rahatlayacaktı ki...
O günlerde Şam taraflarına göndereceği bir kervan için ücretle çalışacak güvenli elemanlara ihtiyacı vardı. Bunun için duyuru yaptırmıştı. Bu ilânı, Hz. Mustafa’nın amcası Ebu Talib de işitmişti. Ebu Talib ailesi maddi olarak zor günler geçiriyordu. Ailenin geçimini 7 yaşından beri yanında yaşayan 25 yaşındaki öksüz ve yetim yeğeni Hz. Mustafa karşılıyordu. O da evlilik çağına gelmesine rağmen yoksulluk yüzünden henüz evlenememişti. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde Hatice’nin iş ilanı büyük bir fırsat sayılırdı. Bu düşüncelerle doğruca yeğeninin yanına gelmişti:
“Ey kardeşimin oğlu! Ben, artık elinde malı kalmamış bir adamım. Ne malımız kaldı, ne de ticaretimiz! İşte şurada, Şam’a gitmeye hazırlanmış kavminin kervanı duruyor. Hatice de malını alıp ticaret yapacak güvenilir adamlar arıyor. Her ne kadar ben, Sen’in Şam taraflarına gitmenden hoşlanmasam ve oradaki insanların Sana bir kötülük yapmalarından korksam da çaresizim. Hatice’ye bir gitsen… Sanıyorum ki Sen’in hakkında duyulan güven ve temiz fıtratın sebebiyle başkaları yerine bu iş için seni tercih edecektir.”
Hz. Mustafa amcasının teklifini kabul etmişti. Artık iş Hatice’yi ikna etmeye kalmıştı. Ebu Talib vakit kaybetmeden Hatice’nin yanına gitmek üzere yola koyulmuştu. Yeğeni, Muhammedü’l Emin’di; Mekke’nin en güvenilir ve en dürüst insanıydı. Öyleyse O’nun ücreti başkalarına göre fazla olmalıydı. Böyle bir iş için Hatice’nin başkalarına verdiği ücreti biliyordu fakat o yeğeni için iki kat ücret isteyecekti. Bu düşüncelerle Hatice’nin kapısına varmıştı.
Hatice, Ebu Talib’i çok iyi karşılamıştı. Hâl hatır sorulduktan sonra söz Şam’a gidecek kervana gelmişti. Ebu Talib, bu iş için Hz. Mustafa’yı düşündüğünü söylemişti. Ardından bir süre O’nun üstün karakterinden ve iş ehliyetinden bahsetmişti.
Hatice, uzak ara amcaoğlu olan Hz. Mustafa’yı daha önce gördüğünü hatırlamıyordu. Fakat onun gözünde Ebu Talib dürüst, hatırı sayılır bir insandı. O kefil olduğuna göre sorun yoktu. İstediği ücret neyse verecekti.
“Ey Ebu Talib! Doğrusu sen, Muhammed’e layık çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun! Bundan çok daha fazlasını istemiş olsaydın vallahi de ben yine kabul ederdim. Gelsin görüşelim.”
Önanlaşma sağlanmıştı. Bir zaman sonra davet doğrultusunda onsekiz bin âlemin Mihr’i, Hz. Hatice’nin dünyasına yönelmişti. Mihr, Mah’ın evine yürüyordu. Güneş aya hicret ediyordu. Az sonra eşiğinde göründü. Yirmibeş yaşında, taptaze, el değmemiş, gün görmemiş Güneş, Ay’ın rüyasından sonra dünyasına da doğmuş; odasını doldurmuştu.
O’ydu…
Rüyasında gördüğü güneşin oğlu Ay O’ydu.
Güneş gibi parlayan yüzüyle, ay gibi insanın içini aydınlatan gözleriyle, kandil gibi insanın yüreğini ısıtan sözleriyle O’ydu.
Yıllardır beklediği güneş avuçlarının içinde, göğsünün üstündeydi.
Bir zaman sonra Mihr, Mah’ın yanına yaklaşmıştı. Yürekler birbirine yaslanmıştı. Mihr şavklarını, ışıklarını, ziyasını, ısısını nihayet kalbini Mah’ın kalbine bırakmıştı. Hatice’deki ay tutulması bitmiş; güneş tutulması başlamıştı. Bir güneş tutulması yaşanıyordu. Sen çık aradan, kalsın Yaradan… Dünya aradan çıkmış; Güneş’le Ay başbaşa kalmıştı.
Artık güneş dünyaya her sabah bu evden, bu yürekten doğacak; çepeçevre nurlar kâinatı kaplayacaktı. Artık Güneş ve Ay iki elin parmakları gibi birbirine geçmişti. Bulutlar küme küme birbirinin içinden geçmişti. Gökler yere ermişti. Dağlar denize kavuşmuştu.
Mah’ın içindeki bulutlar, ruhundaki karanlıklar dağılmıştı. Mah için şafak vaktiydi. Mah için sevinç gözyaşları vaktiydi. Gözyaşları oluk oluk birbirine karışmıştı.
Ay ayaksız gezerdi göklerdi. Yürek dilsiz söylerdi aşkta. Diller susmuş; gözler, gönüller konuşmuştu. Asra bedel anlar yaşanmıştı. Mah’ın dili lâl, kalbi hilâl kesilmişti. Bir zaman sonra hayret makamından inmiş; cennetten dünyaya dönmüş ve söze durmuştu.
“Doğru sözlü, güvenilir, emniyetli ve güzel huylu olduğunuzu biliyorum. Bu iş için hiç kimseye vermediğim ücretin kat kat fazlasını vereceğim…”
Mihr teklifi kabul etmişti. Şam yolculuğuna çıkacaktı. Bu yolculuk onları bir zaman sonra cennete çıkaracaktı.
Hatice için, onunla karşılaştığı ilk günden sonra zaman durmuş; içinde yepyeni bir saat işlemeye başlamıştı. O gün, onun için bir milat, bir mevlüt, bir yeniden doğuş olmuştu.
Şam’a yolculuk
Mah, Kutlu Yolcunun her şeyiyle bizzat ilgilenmişti. Bütün hazırlıkları takip etmişti. En güzel kıyafetleri, en gıdalı yiyecekleri O’nun için hazırlatmıştı. Çünkü O rüyalarına kadem basan Âlemlerin Efendisi’ydi. Yanına hizmetçilerinin en beceriklisi Meysere’yi vermişti. Meysere’yi sıkı sıkıya tembihlemişti: O’nun (Aşk’ın) günlüğünü tut. Her halini izle. Gördüklerini, söylediklerini kaydeyle...
Mihr için develerin en güzelini süsletmişti.
“Meysere, O’nu bu deveye büyük bir hürmet ile bindirip, yularını eline al ve kendini o Hazretin hizmetkârı bil! O’ndan izinsiz bir iş yapma ve O’nu muhafaza etmek, tehlikelerden korumak için canını esirgeme! Eğer bu dediklerimi harfiyen yerine getirirsen seni azat eder ve istediğin kadar da mal veririm...”
Yola çıkılmıştı. Az sonra Mihr yavaş yavaş ufuklarda bir bulut gibi kaybolmuştu.
Özlemi kalbinde tütüyordu
Allah kendini özletmek için kulunu dünyaya, gurbete göndererek gurbette kurbet (yakınlık) tesis etmek istemişti. Bir parçamız göklerde kalmıştı. Dua ederken tuhaf tuhaf göğe bakmamız bundandı. Hatice’nin ruhunun bir parçası ufuklarda kalmıştı. Tuhaf tuhaf ufuklara bakışı bundandı.
İçini büyük bir hüzün kaplamıştı. Giden şanlı Sevgili ne zaman döner yurduna…
Çöl ikiyüzlü bir aynaydı. Bir yüzünde umut, diğerinde korku vardı. “Yerleri, gökleri, çölleri, denizleri yaratan bir Allah var.” diyen için çöl sonsuzluğa açılan deryalardı. Kum taneleri zikreden deniz damlaları, yağmur katreleriydi. Çöl çiçekleri, ceylanlar Allah’ın cemal isminin; dikenler, akrepler, aslanlar celal isminin tecellileriydi. Yani her şey yerli yerindeydi. Yine de çöl deyince bir soğukluk düşerdi annelerin, babaların, çocukların, en çok da sevenlerin yüreğine. Zira çöl, çile, açlık, yokluk, yoksulluk, saldırı, salgın, baskın, gasp, nihayet ölüm demekti. Aklı başında kaç kişi çileye ve ölüme talip olabilirdi ki…
Çöl kum deryası, develer üzerinde yüzen gemi, insanlar tayfa, demekti. O deryada nice deve batmış; nice insan boğulup gitmişti.
Sonu gelmez bir hülyaydı çöl. Gâh kâbus, gâh seraptı.
Çöl; sükût, çıldırtıcı bir sessizlik, gergin bir bekleyişti.
Çölde bir günde iki mevsim yaşanırdı. Gündüzü kavurur, gecesi üşütürdü. Gündüz kum fırtınası başlamaya görsün göz gözü görmezdi. Varlık kuru bir yaprak misali oradan oraya savrulur dururdu. Gece kırıcı bir soğuk başlardı. Bazen kırağılar yağardı. Yolcular kumlara bata çıka yol alırdı. Ayrıca dikenler elleri, ayakları yoklar dururdu. Akrep, yılan, çıyan, aslan, kurt gibi hayvanlar saldırmak için tetikte beklerdi. Eşkıyalar, yankesiciler de işin cabasıydı. Çöllerde karşılaşılan esrarengiz olaylar ve varlıklar dilden dile dolaşırdı.
Çöl, demek yokluk, yoksulluk, açlık, sıkıntı demekti. Taze yiyecek bulmak zordu. Yüksek sıcaklıktan dolayı yiyecekler çabucak bozulduğundan bu tür yiyecekleri yol boyunca yanlarında bulunduramazlardı. Dolayısıyla kuru ekmek ve kuru et vazgeçilmez gıdaları olurdu.
Çöl, gökyüzünün kendisine çok fazla rağbet etmediği yer, demekti. Yıllarca bir damla yağmurun düşmediği yerler vardı. Susuzluk kumlarda kol gezerdi. Yüksek sıcaklıkların olduğu yerde su servet kadar değerliydi.
Çölde birçok milletten insan vardı. Yolcular genelde mecburen seyahat etmek zorunda kalanlar, yoksul işçiler, köleler ve memurlardan oluşuyordu. Sağlıklı yaşam şartlarından uzak bu insanlar arasında sık sık bulaşıcı hastalıklar görünüyordu.
Hâsılı çöl, ölüm, demekti. Açlık, susuzluk, bulaşıcı hastalık, vahşi hayvanların ve vahşi insanların saldırıları sadece bahaneydi.
Mah bütün bunları düşündükçe çıldıracak gibi olmuştu.
Ya güneş, O’nu yakarsa!
Ya çöl yutarsa!
Ya soğukta buz tutarsa!
Ya akrepler, yılanlar, çıyanlar sokarsa!
Ya kurtlar, aslanlar, eşkıyalar saldırırsa!
Ya açlıktan, susuzluktan, bulaşıcı hastalıklardan ölürse!
Ya O’na bir şey olursa!
Ya O’nu kaybederse!..
Dünya kum deryasıydı. Bir kum tanesi bile insanı yutmaya yeterdi. Değil mi ki bir karınca nice Firavun’u, bir sinek nice Nemrud’u, bir mikrop nice cebbarı yutmuştu. Gerçi Hz. Mustafa ne Firavun, ne Nemrut, ne de cebbardı ama yine de korkuyordu Hatice. Çünkü atası İbrahim Peygamber ateşe atılacağı zaman atlar, eşekler, develer bu zulme ortak olmamak adına ateşe odun taşımamak için direnmişlerdi ama İbrahim’in kadrini kıymetini bilmeyen katır inat etmiş; hırsla odun taşımıştı.
Ya katır soylu bir kum tanesi çıkıp onu yutarsa…
Ya katır soylu bir karınca çıkıp onun beden sarayını yıkarsa…
Ya katır soylu bir sinek çıkıp onun beynini kemirip yere yıkarsa…
Ya katır soylu mikrop çıkıp onun vücüdunu tarumar ederse…
Aşkın çölünde…
Hatice’nin içi gâh göl, gâh çöldü. Aşk, ümit ve korku üçgeninde dönüp duruyordu. Aşk olunca ümit ve korku kaçınılmaz oluyordu. O’na kavuşma ümidi, O’nu kaybetme korkusuyla sık sık kesişiyor; birkaç saniye içinde ruh devridaim ediyordu. O’na kavuşma ümidinin olduğu anlarda kalbinde bir rahatlık, yüzünde bir tebessüm beliyor; her yanında şiirler, ezgiler çağlıyordu. Kaybetme korkusunun içini zapt ettiği anlarda kalbinde bulutlar oluşuyor; ağladı ağlayacak oluyor; ağıtlar yakıyordu.
Sevgili’yi düşünmek yeşile bakmak, maviye dokunmak gibiydi. Rengârenk bir çiçeğin gölgesinde uyumak, dupduru dipsiz bir okyanusta yıkanmak gibiydi. Hatice, Sevgili hasretiyle gâh yemyeşil ormanlarda dolaşıyor; gâh masmavi dipsiz okyanuslara dalıyor; yorulunca da bir çiçeğin gölgesinde derin uykulara dalıyordu.