Yakın tarihimize şiirleri, romanları, hikâyeleri, tiyatroları ve aksiyonel kişiliği ile mührünü vuran Necip Fazıl Kısakürek 41 yıl önce bu gün (26 Mayıs 1904, İstanbul - 25 Mayıs 1983, İstanbul) toprağa emanet edildi.
1952 yılında İstanbul’da Bediüzzaman ile görüşen Necip Fazıl’ın Said Nursi ile ilgili dönem dönem birbiriyle çelişen ruh halleri içinde olduğu gözlenmektedir. Risale-i Nur’ların sadeleştirilmesi gerektiğini savunan Necip Fazıl, Bediüzzaman ve talebelerini üzen, bazen maksadı aşan hal ve hareket içinde buluşmuştur. Bunları da Risale-i Nur’un ihlâs ve uhuvvet prensipleri içinde hoş görmek gerekir.
Necip Fazıl bilhassa Risale-i Nur’u sadeleştirme çabasına girdiği dönemlerde Zübeyir Gündüzalp, Bekir Berk, Selahaddin Çelebi gibi Nur Talebeleriyle yolları kesişmiştir.
Şairlere, Hak erlerine ilham olan kahraman
Bediüzzaman’ın avukatı Bekir Berk’in üniversiteye kaydolduğu yıllarda Türkiye, komünizm tehdidi altındadır. Hakk’ın yılmaz savunucu, azimli, sebatkâr, fedakâr ve cefakâr Hak eri Bekir, İslâm’ın hoş gördüğü müspet milliyetçiliğin savunucusu olur. Komünistlik ve Masonluk gibi akımlara karşı mücadele eder. Arkadaşlarıyla Komünizme Karşı Mücadele (1950-1952) dergisini çıkarır. Milliyetçiler Derneği Başkanlığı yapar.
Mareşal Fevzi Çakmak derin mahfillerin oyununa gelmiş; Tan Gazetesi sahibi Zekeriya Sertel gibi sol görüşlü insanlarla hareket etmeye başlamıştır. İnsan Haklarını Koruma Derneği adı altında örgütlenmek için 18 Ekim 1945 tarihinde konferans organize ederler. Haberi alan Bekir konferansa katılır. Mareşal’in bu insanlarla hareket etmesinden son derece rahatsız olur. Mareşal’in konuşmasının ardından söz alarak duyduğu rahatsızlığı dile getirir. Etraf buz gibi sessizliğe bürünür. Mareşal bir tek kelime dahi söyleyemez. Bu olaydan sonra Bekir dikkatleri üzerine çeker. Vatanseverler içlerinde böyle cesur bir vatanperverin bulunması ile övünürken karşı cephede olanlar ona karşı gardını almaya başlar. Bu tür davranışları İstanbul medyası vasıtasıyla sesinin memleketi Ordu’ya kadar ulaşmasını sağlar.
Ertesi gün Son Posta Gazetesi onu öven bir yazı yayımlar. Yusuf Ziya Ortaç da kervana katılanlardandır.
“Bir genç çıktı. Adını duymadım, yüzünü görmedim, sesini işitmedim. Belki yirmisinde var, belki yok. Koskoca bir maziye, yetmiş yaşında bir şöhrete, ihtiyar Mareşal’e sordu. ‘Siz bu adamlarla nasıl el ele veriyorsunuz?’ Bir gencin ağzından çıkan bu ses, bir gencin değil, bir gençliğin sesidir. Cumhuriyet Bayramına bu sesin neşesi, bu sesin ümidi, bu sesin ışığı içinde giriyoruz.”
Hüseyin Cahit Yalçın da aynı hisleri paylaşır.
“Evet, orada bir hiss-i selime sahip bir Türk genci ve bir üniversite talebesi görüldü ki Mareşal’e, malum aşırı solcularla nasıl bir araya geldiğini ve bir cemiyet yaptığını sordu sadece. Henüz talebe olan bu Türk gencinin küçük bir fiske darbesi koca Mareşal’e, eski bir dış işleri bakanına, koca bir profesöre, bir hukuk adamına bir peçe hizmeti gördürülmüş garip bir cemiyeti darmadağın etmeye kâfi geldi. Bu büyük şahsiyetlerin zihnine bu sual o dakikaya kadar gelmemiş miydi?”
Bekir o günkü atmosferi anlatan ve Mareşal’in tavrını eleştiren bir yazı kaleme alır. Bu yazı Büyük Doğu Dergisinde Necip Fazıl’ın önsözüyle yayımlanır.
Bekir bütün yoğunluğuna rağmen 1951 yılında Hukuk Fakültesinden mezun olur. 15 Nisan 1952’de avukatlık cübbesini giyer. Böylece 20 yıl sürecek avukatlık görevi başlar. (1953-1973) “Ben, hakkını aramaktan aciz Anadolu insanına yardım etmek istiyorum. Avukatlığa Akşehir’de başlayacağım.” diyerek Akşehir’e gider. Maznun ve mazlumların davalarına girmeye başlar.
Necip Fazıl, “Balina Marmara’da yaşamaz. Sen iman ve küfür davalarına giren bir avukatsın. Senin yerin Akşehir değil İstanbul’dur.” diyerek ısrarla İstanbul’a dönmesini istese de bir süre daha Akşehir’de görevi sürdürür. O günlerde yedek subay olarak Balıkesir’e atanınca bir süreliğine Akşehir’den ayrılır.
Peygamber aşığı Bekir
Bekir Balıkesir’de yedek subaylığını yaparken Ankara’da yayımlanan “Akis” mecmuasında Aydemir Balkan isimli bir provokatör Efendimiz (asm) hakkında hezeyan dolu bir yazı yazar. Bekir yazıyı okuyunca çılgına döner. Resmî üniformasıyla hemen Savcılığa gidip şikâyet dilekçesi verir. Dilekçenin bir nüshasını da İstanbul’da yayınlanan “Fetih” dergisine gönderir.
Bekir üniversite yıllarından bu yana yaptığı çalışmalarla muhafazakâr kesimin dikkatini çeker. Birçok aydın ve hamiyetperver insan ile dostluk kurar. İstanbul’un Bekir gibi bir avukata ve aksiyon insanına daha çok ihtiyacı vardır. Necip Fazıl gibi hatırlı dostları ısrarla İstanbul’a dönmesini isterler. Mehmet Aydın ve Muammer Topbaş, Bekir’in cesaretinden çok etkilenip İstanbul’a davet ederler. Bir yazıhane tutup tefriş ederek hizmetine sunarlar. “Buyurun, bundan böyle hizmetinize İstanbul’da devam edin.” derler. Ardından Topbaş, “Eğer bir müminin davasına yetişmek için uçakla gitmek gerekir de bizden gelip parasını almazsan din-i mübin-i İslâm’a hıyanet etmiş olursun!” diyerek açık çek verir.
O günlerde Konya ve Ankara’dan da teklif gelmesine rağmen Necip Fazıl’ın ve Topbaş’ın tekliflerini kabul eder. Yedek subaylığı biter bitmez Akşehir’deki yazıhanesini kapatarak İstanbul’a döner. Artık İstanbul’da hizmet edecektir. Cağaloğlu’ndaki ofisinin başköşesine Bediüzzaman’ın Sözler isimli eserini koyacaktır. O artık hakikat yoluna baş koymuştur; maznun, mazlum, masum kim varsa yardıma koşacaktır. Peyami Safa, Necip Fazıl, Serdengeçti, Bediüzzaman gibi ünlülerin avukatlığını yapacak, “Mazlumların Avukatı” olarak tarihin altın sayfalarında yerini alacaktır.
1958 yılında Cağaloğlu, Nuru Osmaniye Caddesi’ndeki Atay Apartmanındaki yazıhanesine yerleşir. 1963 yılında Çemberlitaş, Yeniçeriler Caddesi, Kığılı Pasajdaki yazıhaneye taşınır.
Şule Yüksel Şenler: Kadınlar hapsedilemez
Bekir, Peyami Safa, Necip Fazıl ve Şule Yüksel Şenler gibi ünlülerin avukatlığını yapar. Şule Hanım hakkında tutuklama kararı çıktığında diğer avukatları Emniyet’e teslim etmeye karar verirler. Bekir şahlanır. “Türkiye’de hanımlar Şule Hanım’ı saklayacak ve teslim etmeyecek güçtedir.” diyerek teslim olmasını engeller.
Her mesleğin bir piri vardır. Gemicilerin piri Hz. Nuh, terzilerin Hz. İdris, demircilerin Hz. Davud, berberlerin Hz. Selman’dır. “Bu çağda hakkı savunanların piri kimdir?” denilse herhalde Bekir denilirdi. O, Necip Fazıl’dan Peyami Safa’ya, en küçük mazlumdan Bediüzzaman’a kadar birçok çevreden insanın müdafiliğini üstlenmiş, böylece bütün çevrelerce tanınıp, sevilip sayılmıştır, Geleceğin cesur avukatları onu örnek almış, savunmaları elden ele, dilden dile dolaşmıştır.
Mektuplarda Bekir Berk
Bekir İslam’ı, Risale-i Nur’u ve hakikati yıllarca mektupla anlatmıştır. Ahmet Ersöz 2005 yılında “Ak Mektuplar” isimli kitabında Bekir’e gönderilen mektupları derlemiştir. Bekir 1950-60 arasında Osman Yüksel Serdengeçti, Arif Nihat Asya, Fethi Gemihlioğlu, Hasan Basri Çantay, Ali Ulvi Kurucu, Ali Fuat Başgil, Cevat Rifat Atilhan, Necip Fazıl Kısakürek, Gürbüz Azak, Ergün Göze, Cemil Meriç, Ayhan Songar, Peyami Safa, Eşref Edip gibi birçok güzide insanla mektuplaşmıştır.
Risalelerin Sadeleştirilmesi
1952 yılında Necip Fazıl Risale’lerin bazı bölümlerini sadeleştirerek dergisinde yayımlamak ister. Zübeyir Gündüzalp, Selahâddin ve Ziya gibi Nur Talebeleri Necip Fazıl’a bunun uygun olmadığını, metne sadık kalınması gerektiğini söyler. Selahâddin, Necip Fazıl olayı dâhil hizmetle ilgili diğer hususları bir mektupla Üstad’a iletir.
“Necip Fazıl, Risale-i Nur’un Sözler, Mektublar, Lem’alar, Şualar gibi sünuhatla yazılmış asarınızı aynen ve mektup ve saire lahikalara ait kısımlarını da bu günkü edebiyatla yazılabileceğini söyledi. Bu hususta Ziya Bey kardeşimiz de yazacaktır. Necip Bey diyor ki: Üstad Hazretleri beni kabul etse idi bu müsaadeyi verirdi diyor. Bu kere ki istidaların suretlerindeki birkaç kelimeyi değiştirmekle Ziya Beyin aynen yazılmasındaki ısrarına canı sıkılan Necip Fazıl’a Risale-i Nur’un eczalarında kelime değişikliği olmaz, fakat istidada ma’na değişmemek şartıyla konabilir belki diyor. Üstad’ın üslubu harikadır, fakat bu günkü münevver diye geçinen adamlar bu yazının Bediüzzaman’ın olmasına hayret edecek diye bir misalle beyan etti. Padişah güzel elbise giyer ve bir meclise gelir. Orada ecnebi ve sair firenk sefirler ve vükela padişahın iskarpinin üzerinde bir iplik veya bir toz olsa yaver derhal onu alır. İşte bu misalle ne demek istediğini anlattı. Neticede size sorulmasına karar verildi.”
Şair Hasan Feyzi ve Necip Fazıl
Bediüzzaman şairi Hasan Feyzi yaşantısı ile yazını arasında bütünlük olan bir insandır. Yaşantısı gibi yazınını da Risale’ler belirler. Risalenin telif, tertip ve tanzimindeki müzeyyen, mükemmel, fasih, beliğ ve i’cazlı söyleyiş onun eserlerine de yansır. Geniş bir birikime sahiptir. Eserlerinde güçlü bir mantık örgüsü ve geniş bir hayal gücü vardır. Aklı inkişaf ettirir, kalbi kanatlandırır, ruhu dinlendirir. Hikmet, hakikat ve marifet akıcı bir üslupla dillendirilir. Tasavvufî kültür ve birikim basit ve anlaşılır şekilde ifade edilir. Teşbih, istiare, mecaz ve allegoriler okuru yormaz. Bunda öğretmenliğinin, vaizliğinin, şeyhliğinin ve elbette Risale öğrenciliğinin payı vardır. Üst hakikatleri öğrencilerin ve halkın seviyesine indirme gayreti burada önemli rol oynar.
Eserlerinde ayetler, hadisler, Risale’ler, menkıbeler, meseller, kıssalar sütün içindeki bal kıvamındadır. Tarihî, tasavvufî ve insanî verileri kendi değer yargıları içinde üst bir dille şekillendirir.
Besleyici bir kederi vardır. Yüreği, yeryüzünün merkezi bilir. Eserlerinin temelini aşk oluşturur. İnsana ve varlığa aşkla bakar. Leyla ile Mecnun öznelerine gönderme yapar. Efendimiz (sav) ve Bediüzzaman aşkını anlattığı şiirleri Risale sayfalarıyla unutulmazlar arasına girer.
Şiirlerinde destansı bir anlatımı, nesirlerinde ise şiirsel bir dili tercih eder. Şiiri modern zamanların irfan rahlesidir. Eserlerinde en çok Bediüzzaman’ın izleri görülür. Mehmet Akif’e göre hayli sadedir. Zaman zaman Sezai Karakoç’u hatırlatan imge ve söyleyişlere rastlanır. Feyzi’nin şiirleri ve mektupları Necip Fazıl Kısakürek’in dikkatini çeker. Yayın Müdürlüğünü yaptığı Büyük Doğu Dergisinde 1950 yılında bunlardan bir örneği yayımlar.