Bediüzzaman 1943 yılının Eylül ayında Kastamonu’da tutuklanır. Ardından Anadolu’da tutuklama dalgası başlar. Bediüzzaman bir rivayette 1 ay hapiste kaldıktan sonra Kadir Gecesine isabet eden 27 Eylül’de önce Ankara’ya, oradan da Isparta Hapishanesine sevk edilir.
Bir rüyadır dünya. Hafız Ali rüyayı hakikate açılan pencere olarak görür. Zaten uyanıkken de rüyada gibi bir huşû ve gerçeklik hâli yaşar. Bir gün rüya görür. Eşe, dosta anlatır. “Rüyamda bir adam karşıma çıktı. ‘Al sana Denizli toprağı…’ deyip elime bir avuç toprak verdi. Uyandım. Anladım ki biz Denizli Zindanına gideceğiz ve ben orada vefat edeceğim.”
Sevdikleri endişelenir. Teselli etmeye çalışırlar. “Sen ne diyorsun efendim. Üstad’ın bir tek Hâfız Ali’si, bir tek Nur Fabrikası var. Sen hemen ölmeyi mi düşünüyorsun? Biz senden daha çok hizmet bekliyoruz.”
Ne var ki rüya adım adım gerçekleşecektir. Denizli Zindanına düşürecek süreç başlar.
Âyetü’l-Kübrâ’nın Neşri
Hafız Ali’nin sağ kolu gibi hizmet gören Tahirî Mutlu İstanbul’da Âyetü’l-Kübrâ’yı neşrettirir. Kitaplar Isparta’ya gelince polis baskınına uğrar. Hafız’ın rüyasının üzerinden bir gün geçmeden Hafız Ali ve Tahirî’nin içinde bulunduğu 65 Ispartalı Nur Talebesi tutuklanır.
Risale-i Nur’da Bahsedilen Hafız
Zindan kimine mahpushane, kimine terbiyehanedir. Kimine tek başına bir idamhane, kimine Hz. Yusuf’u saraya götüren bir Medrese-i Yusufiye’dir.
Mahpushanenin karanlığı bulaşıcıdır. İnsandan insana zemherideki rüzgâr gibi dolaşıp durur. Boşluk insanlarda ve insanlar arasında karanlık oluşturur. Herkes dünyaya talip olunca öfke korkuya, haz cezaya galip gelir. Zira gençlik damarı akıldan ziyade his ve hevesi dinler. Dünya bir üzüm tanesi yedirir; sarhoş eder. Ardından zindanlara atar. Zindan insanın içinde, insan zindanın içinde kalır.
Mümin için hapishane, “Mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir.” Dünya ise “Acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.”
Çağımızda bir iman inkılâbı gerçekleştiren Bediüzzaman ve talebeleri için zindan bir Medrese-i Yusufiye ve Medrese-i Nuriye’dir. Hapishaneler cazibedar bir fitne içinde olan ve henüz aklını kaybetmemiş gençleri terbiye etmek için açılmış bir Dershane-i Nuriye’dir. “Hapishanelere Güneş doğmuyor.” diye türkülerin söylendiği bir dönemde güneş insan Bediüzzaman ve talebeleri hapishanelere doğar. Mahpusları ölümün Nur’lu, ebedi hayatın huzurlu yüzü ile terbiye ederler.
Zindanlar içre, meleklerden, feleklerden, dualardan tazarrulardan, niyazlardan, Risalelerden, Kur’an’dan bir dünya kurarlar. “Dünya müminin zindanıdır.” hadisinin ahirete bakan nurani yüzünü gösterirler. Hayatları zindana dönen mahpusların yüzlerini cennete çevirirler. Zindan koridorlarında cennet saraylarını gezdirirler.
Medrese-i Yusufîyeler Bediüzzaman’a rahle olur. Zindanda, mum ışığında Risaleler telif edilir. Kibrit kutularına yazılan Risaleler elden ele, dilden dile dolaşarak dünyanın dört bir yanına yayılır. Burada Bediüzzaman’ın en büyük yardımcısı Hafız Ali’dir.
Nur Fabrikası Sahibi Hafız Ali
Risale-i Nur’da Barla Sıddıklarının en mümtaz şahsiyetlerinden birisi olarak takdim ve takdir edilen Hafız Ali 1929 yılında Bediüzzaman ile tanıştıktan sonra hayatını Risale-i Nur’a vakfeder. Onun önderliğinde yazmak, okumak ve okutmak suretiyle yapılan Nur hizmeti ile Bediüzzaman’ın ifadesi ile İslamköy “Nur Fabrikası” hâline gelir. Fabrikanın sahibi Hafız Ali olur.
Hafız Ali birçok talebe ve hafız yetiştirir. 14 yıl boyunca evinden çıkmaksızın Risale yazar. Nur’un hemen ekser parçalarını anlayarak okur. Üstad’ının en gizli ve en ince esrarına vakıf olur. İhlâsı, samimiyeti, sadakati, feragati ve kahramanlığı ile kısa sürede dikkatleri üzerine çeker.
14 yıl önce Barla’da Medrese-i Nuriye’de yolları buluşan Hafız ile Bediüzzaman 1943 yılında tekrar buluşur. Üstad’ı ile kurduğu ruh akrabalığı bir zaman sonra Bediüzzaman’ın canını canında taşıyacak noktaya gelir. Üstad’ı için kendini feda edecek dereceye varır.
O günlerde Üstad’ın şakirdi olmak, hapsi, işkenceyi, sürgünü, dahası ölümü göze almak demektir.
O günlerde Üstad’ın talebesi olmak, kelleyi koltuğa almak, kefeni boyuna takmak demektir.
O güne kadar Üstad’ın şakirdi olduğu gerekçesiyle yüzlerce kişi tutuklanıp hapse atılmış, türlü işkenceden geçirilmiştir. O gün sıra bir daha Hafız’a gelmiştir.
Hafız Ali’yi ayakta tutan Bediüzzaman aşkıdır. Üstad’ına hayatını vakfeder. Ona öyle bağlanır ki, kendini dünyaya kapar. Evinden hiç çıkmadan Nur’lu eserleri yazar. Bu aşk yüzünden zindanlara kapatılacak, nihayet canını kaybedecektir. Dünyaya bu kadar aşkla bağlı modern çağın insanları onun Üstad’ına karşı bu derecede sevgisini, onun yüzünden zindanlara düşmesini, hastalıklara tutulmasını anlamakta zorlanır. Öyle ya hangi insan kan bağı, can bağı olmayan birine karşı böyle sadakatli ve sebatkâr olabilir, canını feda edebilir ki?
Denizli Katarı Kalkıyor
Bediüzzaman ve talebeleri 1 ay kadar Isparta Hapsinde kaldıktan sonra Denizli Hapsine sevk edilir. Tutuklananlar arasında Binbaşı Asım Bey’in eşi Nigar Hanım da vardır fakat Savcı, mesleğini o kadar da ayaklar altına almaz, Nigar Hanım’ı serbest bırakır.
Talebelerin bir kısmı serbest bırakılır. 30-40 kadarı jandarma nezaretinde Denizli’ye götürülmek üzere trene bindirilir. Kendileri için kapkaranlık bir hayvan vagonu tahsis edilmiştir. Daha baştan bellidir: Mazlumlar hayvan muamelesi göreceklerdir.
Sayıları fazla olduğu için oturacak yer yoktur. Başlarında iri yarı, insafsız bir başçavuş vardır. Eline aldığı büyük bir dengi Hafız’ın üzerine fırlatır. Hafız ezilme tehlikesi geçirir. Zulüm bununla da sınırlı kalmayacak, hapiste vefat edecektir. Hafız’ın hep yanında, yöresinde bulunan Re’fet Barutçu o günleri hatırladıkça aynı acıyı hisseder.
Maznunlar zorlu bir yolculuktan sonra Denizli’nin Goncalı İstasyonuna inerler. Onları, hapishaneye götürecek süvari teğmeni karşılar. Teğmen de zalim biridir. Nur Talebelerine esir muamelesi yapar. “Hadi yürüyün! Adınız hoca olacak bir de!” diye hakaretler eşliğinde kırbaçlar. Doksan yaşındaki Savlı Hasan Can’ın takati kesilmiştir. Buna rağmen teğmen küfrederek kırbacı vurur.
O ana kadar ses vermeyen Üstad suskunluğunu bozar. Teğmenin yüzüne bakar, celalle haykırır: “Zabit! Tokat yersin, karışmam! Bunlar senin küfrüne layık değiller! Bunlar masumdurlar! Tokat yersin, karışmam!”
Gerçekten de Üstad’ın dediği çıkar. Teğmen mazlumları hapishaneye teslim eder etmez, gözünde bir sancı başlar. Az sonra gözü akınca hastaneye kaldırılır.
*Daha fazla bilgi için 8 ay önce HİCBİŞEY yayınlarından yayımlanan Gökyüzü Rahlesinde Hafız Ali Ergün’ün Sonsuzluğa Uzanan Hikâyesi isimli kitabımızı okuyabilirsiniz.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gokyuzu-rahlesinde-amp-hafiz-ali-ergun/619798.html&publisher_id=10964