“Kurban” deyince Hz. Mustafa (asm) ve O’nun geldiği soy ile O’nun soyundan gelenler, yolundan gidenler gelir benim aklıma. O, iki kurbanlığın soyundan gelmiştir: Çağlar ötesi dedesi Hz. İbrahim ve canından dünyaya can kattığı babası Hz. Abdullah.
Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i Rabbi için kurban etmeyi göze almıştır. Allah da onun samimiyet testinden geçtiğine karar verince İsmail’i ona bağışlamış, onun yerine kurbanlık koç hediye etmiştir. Hz. Mustafa’nın birinci dedesi Abdülmuttalip, erkek evladı olması halinde onu İsmail gibi Rabbine kurban edeceğini söylemiş, Rabbi safi ve samimi duasını kabul etmiş, ona Abdullah’ı vermiştir. Bir zaman sonra Rabbine verdiği sözü tutmaya kalkınca bilgeler araya girmişler, yüz deve karşılığında kurban Abdullah’ı kurtarmışlardır.
İman ve insanlık yeryüzüne hâkim olsun, yüreklerde Hz. Mustafa sevgisi maya tutsun diye, Hz. Yâsirler, Ammarlar, Sümeyyeler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Aliler ile asrımızda ikinci bir Asr-ı Saadet yaşatma sevdasına tutulan Bediüzzamanlar, Ubeydler, Abdurrahmanlar, Hafız Aliler, Hasan Feyziler canlarını ve mallarını Allah yolunda kurban etmişler, nefis ve mallarını Allah'a satıp rızasını kazanmışlardır.
Mehdi’ye adanan kurban
Manevi bir kale olan Denizli’nin burçlarında birçok büyük zatın alın teri ve zikir sesi vardır. Şeyh Hacı Hasan Feyzî Hazretleri de bunlardandır. 1876-77 yıllarında ruhunun ufkuna yürür. Vefatına kısa süre kala yanına bir koç alarak bugünkü kabrinin olduğu yere gelir. Oradaki çınarın altında koçu kurban eder. Ardından talebelerinin merakını gidermek için açıklama yapar.
“Benim bu koçu burada kurban etmemin sebebi, Hazret-i Mehdi buraya gelecek. Onun kudümüne kesiyorum.”
1943 yılında bahsettiği Mehdi, Bediüzzaman, Denizli’yi şereflendirerek türbesini ziyaret eder. Kısa sürede halk arasında namı yayılır. Kerametleri ve ilmi şahsiyeti dilden dile dolaşmaya başlar. Hasan Yüreğil de bu cezbeye kapılarak ona talebe olur.
Bediüzzaman, Denizli Cezaevinden tahliye olduktan bir zaman sonra iki talebesini çağır. ‘Atalar Mahallesi, Serdar Geçidinde Hasan Feyzi beni çok görmek istiyor. Onu bana getirin.’ diyerek talebelerini Feyzi’ye yollar.
Feyzi, Nur Talebelerinin kendi evine doğru yola çıktığını hissetmiştir. Hanımına seslenir. ‘Birazdan kapı çalacak. Hazırlanıp hemen geliyorum. Beklemelerini söyle.’
Gerçekten de az sonra kapı çalar. Üstad’ın talebeleri kapıda görünür. Talebelerin hali arzından sonra birlikte Üstad’a giderler. Uzun süre sohbet ederler. Üstad gaybi haber vermemesine rağmen sırrı ifşa eder.
“Burada daha fazla kalamayacaksın. Seni Sarayköy’e sürecekler ama orada da rahat bırakmayacaklar. Hasta olacaksın. Kendine dikkat et.”
Üstad o gün postu Feyzi’ye devreder. Günün şerefine takkesini hediye eder. Vefatından önce başına koymasını ve o şekilde Hafız Ali’nin yanına, cennete gitmesini ister. “Bunu vefatına 15 dakika kala başına tak” dedikten sonra dua ve selametle uğurlar.
Üstad, Denizli’den ayrıldıktan sonra Üstad’ın söyledikleri gerçekleşmeye başlar. Feyzi’yi Sarakköy’e sürerler. Jandarma da rahat vermez, külliyesini kapatırlar, ders anlatmasına engel olurlar, kitaplarını toplatırlar… Feyzi için bunlar katlanılacak şeyler değildir. “İmanı, İslam’ı anlatamadım. Feyzimi, nurumu saçamadım” diye diye kendinden geçer.
Öte yandan canından aziz bildiği Bediüzzaman’a da Emirdağ’da rahat verilmemektedir. Derin güçler fiziki takiplerle rahatsız etmeye devam etmektedir. Vücudunu ortadan kaldırmak için türlü planlar yapmaktadır. Birçok suikasttan netice alamamışlardır. Son olarak zehirlemeye kalkarlar. Üstad ölümün eşiğine gelir. Ateşler içinde yanmaktadır.
Feyzi kendi derdinden geçmiş, bir de Üstad için kederlenir olmuştur. Üstad’a bir şey olursa yaşayamayacaktır. Kendi Nur hizmetinin engellenmesinin derdi, Üstad’ın zehirlenmesiyle birleşince yatağa düşer. Hafız Ali Ergün, Bediüzzzaman için hayatını feda etmiştir. Feyzi de bir buçuk yıl önce Bediüzzaman, Denizli’den ayrılırken, “Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak” diyerek Üstad için ölme arzusunu şiire vurmuştur.
Üstad, Hüsrev’den çok Hafız Ali’ye yakın olan talebesinin hatırını kırmaz. Kendisi yerine ahirete hicret etmesine müsaade eder. O gün Feyzi derin adımlarla Hafız’ın yolundan ilerlemektedir. Üstad’ın hastalığının bir kısmını üzerine alır. Ateşler içinde yanmaya başlar.
Muharrem’den mektup var
Adliye Başkâtibi, Hasan Feyzi’nin talebesi Muharrem, Feyzi’nin rahlesinde Denizli Nur Talebeleri namına Üstad’a tebrik kartı ve mektuplar yazar. Mektubunda Hasan Feyzi’nin hastalığına değinir. Üstad tebrik kartına ve mektuba mektupla karşılık verir.
“Hasan Feyzi'nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyan eden bir mektubu, çok ehemmiyetli bir kardeşimiz olan Muharrem'den aldım. Kanaat-i kat'iyem geldi ki, Hasan Feyzi, aynen şehid Hafız Ali (rahmetullahi aleyh) gibi, benim musibetimin kısm-ı âzamını kendine alıp mânevî bir fedakârlık eylemiş. Hafız Ali, benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku kuvvetli bir emaredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, mânen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var. Benimki zehirden, tesemmümden, onunki soğuktan gelmiştir. Elbette Hastalar Risalesi bizim bedelimize onu tesellî edip iyadetü'l-mariz gibi keyfini sormuş ve hastalıktaki büyük sevaplar ve sıkıntılarını sürura kalbetmiş. Cenâb-ı Hak, şifa-i âcil ihsan eylesin. Âmin.” [1]
Hasan, Sarayköy’de hastalanınca Denizli’ye döner. Gün geçtikçe ağırlaşmaktadır. Bir gece rüyasında vefat edeceğini görür. Hakk’a yürüyeceğini anlayınca askerdeki oğlu İlhan’a mektup yazar. “… tarihinde vefat edeceğim, izin al gel” der.
İlhan komutandan izin ister. Komutan o yolların yolcusu değildir. “Oğlum bu nasıl iştir? Madem baban öleceğini biliyor, saatini de bildirsin” diye takılır. Bu sefer Feyzi ikinci mektubunda saati de verir.
O hüzünlü an adım adım yaklaşmaktadır. Bir gün hanımı ve kardeşinin eşi Necmiye Hanım odasındayken yattığı yerden başucundaki saate bakar. Saat 15 dakika sonra duracak, Feyzi dünyadaki ömrünü dolduracaktır. Azrail’in (as) soluğunu hisseder. Hanımına duvardaki tereği işaret ederek Üstad’ın hediye ettiği takkeyi ister. Eşi takkeyi verir. Üstad’ın tavsiyesine uyarak başına koyar. Vakit tamamdır. Artık Üstad’ın bir buçuk yıl önce verdiği haber gerçek olacaktır. Artık ecel kapısı sonuna kadar açılmıştır.
Arzusu gerçekleşir. Dualar okuya okuya son nefesini Hakk’a teslim eder, dünyasını değiştirir. Hayranlıkla kendisinden bahsettiği, şehadetine özendiği Hafız Ali’nin bağrına düşer, Rabbine kavuşur. 13 Kasım 1946, Çarşamba.
Hz. Hamza ile Hz. Muhammed’in (sav) ruh dokusu uyuyordur. Bundan mıdır bilinmez Hz. Hamza, Hz. Muhammed (sav) yerine şehid olur. Hafız Ali Ergün ve Hasan Feyzi ile Bediüzzaman arasında da aynı ruh dokusu ve ruh akrabalığı vardır. Onlar da Üstad yerine kendilerini böyle feda ederler.
Feyzi kısa süre önce Üstad’ına yazdığı mektupta Bediüzzaman’ın uğradığı her yerde sadık ve sâfi talebelerinden birini o memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli bir şehit olarak yatırdığını, başlarına da bekçi diktiğini belirtir. Bugün Feyzi için o sadık ve safi şehitler kervanına katılma günüdür.
Feyzi’nin vefatı
Feyzi bir rivayette akciğer zarı iltihabından vefat etmiştir. Üstad başlangıçta kendisinin zehirlendiği bir dönemde hastalığının bir kısmını alarak kendisi yerine vefat ettiğini söyler. Fakat daha sonra bu konudaki hissiyatı değişir. Evet, Feyzi Bediüzzaman yerine suikastla öldürülmüştür.
“...Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bugün tesadüfen kulağıma girdi ki: Câmileri kaldırmak için meclisde bir kısım meb'uslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmim ve Hasan Feyzi'nin ölüm hastalığı tesadüfe benzemiyor. Bu üç su-i kasd aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. İkisi şimdilik âkim kaldı. Birisi bir kahramanı aldı…”[2]
Hasan Feyzi, Hafız Ali’ye gidiyor
Başkatip Muharrem, Feyzi’nin vefat haberini Üstad’a bildirir. Feyzi’nin değerini ifade eden hüzünlü bir mektup kaleme alır. Haberi alan Üstad çok üzülür. Muharrem’in şahsında Denizli’yi taziye eder.
“Denizli'nin bir mânevî kahramanı merhum Hasan Feyzi'nin (r.h.) Isparta kahramanı merhum Hafız Ali'nin (r.h.) yanına gitmesi gerçi bizi çok müteessir ediyor; fakat onun gayet has bir talebesi ve Nur'un hâlis bir şakirdi Sıddık Muharrem'in dediği gibi deriz:
O, bir cihette, ölmemiş; belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hafız Ali ile beraber, mânen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar, yine mânen Nura çalışıyorlar. Elbette mânevî şehid hükmünde olmalarından, Meyve'nin On Birinci Meselesindeki ilm-i nahiv talebesinin kendini medresede bildiği gibi, Hafız Ali ile Nur hakikatlerinin müzakeresi ve vefat eden Nurcuların dairesinde meşgul olmalarını, merhamet-i İlâhiyeden kuvvetle ümitvârız. İnşaallah, Cenâb-ı Hak, onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzi'leri yetiştirecek.
Yalnız o mübarek kardeşimiz, benim gibi resmî ilaçlardan çekinmediği için bir sehivdir. Ben ondan ziyade ıztırapta iken, "Nurcuların duası yeter" diye maddî ilâçları aramadım ve hastalık hakkında kimsenin fikrini alıp evham etmedim. O merhum kardeşimiz, bu noktada bana muvafakate muvaffak olamamış. Nurlar hakkında parlak fıkralarında, bu biçare kardeşine kendini kurban etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti. Ben, hem onun akrabasını, hem Muharrem gibi kıymetli, ciddî talebelerini ve Denizli ve civarı Nurcularını tekrar tâziye edip, bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi, defter-i hasenatına haseneler yazdırsınlar diyerek umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz.”[3]