Denizli Camileri Bediüzzaman’dan sorulur
Bediüzzaman, Eskişehir Hapsindeyken camide görünür. Benzer olaylar Denizli’de de birkaç kez cereyan eder. İbrahim, Nazif Çelebi ve Gönenli Mehmed ile aynı koğuştadır. Hapishanede ağır cezalılar, idamlıklar, prangalı mahkûmlar da vardır. Bundan dolayı güvenlik önlemleri had safhadadır. Namazları Gönenli kıldırır. Bir gün sabah namazından sonra kapıların zilleri çalmaya başlar. Herkes endişeyle kapılara bakar. “Tahtakurusu geliyor!” sesleri duyulur. Tahtakurusu, dedikleri Hapishane Müdürüdür. “Allah Allah, bu saatte niye geliyor acaba?” Müdür, İbrahimlerin koğuşuna girer. Gönenli ve Nazif gibilerin virdlerini okuma saatidir. Ayağa kalkarlar. Diğer mahkûmlarla muhatap olmadan hocaların yanına gider. Onlar da “Buyurun” diyerek yer gösterir. Hemen oturur. Sigara ikram ederler.
“Sigarayı bırak şimdi!”
“Kahve getirelim efendim!”
“Bırak onu yahu!..”
“Benim bir derdim var. Benim halim ne olacak? Bana anlatın. Ben ne yapmam lazım şimdi?”
“Hayrola ne var?”
“Bu hoca geldi geleli huzurum kaçtı. Bazı namaz vakitlerinde camide görülüyor. Bir değil, iki değil, bana telefonlar geliyor. Bak bu gece mübarek kandil gecesi. Bütün karakolları akşamdan dolaştım, tembih ettim. Kapıları, kilitleri kontrol ettim. Hatta Hoca Efendinin penceresinin altına iki tane jandarma koydum. Ben bunu yakalayıp göreyim, diye tedbir aldım. Nihayet sabahleyin yorgun argın eve gittim. Hanıma seslendim. ‘Bugün ben dondum, çok yoruldum. Sobayı yak, biraz ısınayım, bir çorba içeyim.’ Şöyle bir uzanmıştım ki ‘zırrrr’ diye telefon çaldı. Açtım. Bizim savcı, pür hiddet bana bağırıyor. ‘Seni astıracağım herif, beni mahvettin! Beni de perişan ettin!’ ‘Ne oldu efendim?’ dedim. ‘Yine hocayı salmışsın. Bak burada üç tane şahit var. Hocayı yine camide görmüşler.’ dedi savcı. Ben bittim. Ben bunca yıldır memurum. Benim çoluk çocuğum var. Ne olacak benim halim. Bana bir çare bulun!” diye ağlamaya başlar.
Hoca efendiler, “Geçmiş olsun, bir şey olmaz inşallah, merak etme…” diye teselli ederler.
Hapiste haberleşme kibrit kutularında saklanan pusulalarla sağlanır. Meyve Risalesi de aynı yöntemle yazılıp çoğaltılır. Müdür ve hocalar konuşurken, Nazif hemen yatağın kenarından yavaşça geriye çekilir. Sırtını duvara verir. Tahtakurusu, Nazif’i göremez. İbrahim de Nazif’e sokulur. Nazif cebinden bir pusula çıkarır. Müdürün söylediklerini yazar. Kibrit kutusuna koyar.
Üstad’ı tecrit etmek için çocuk odasını boşaltmışlardır. Arnavut asıllı Âdem isminde bir meydancı hapiste Nur Talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamaktadır. Nur Talebeleri Âdem’e bazen para vermekte, bazen de sigara almaktadır. Aynı zamanda Üstad’la haberleşme vasıtasıdır. Pusulalar Âdem’e verilir. O çocuklara, çocuklar da Üstad’a verir. O gün Nazif de pusulayı Âdem’e verir. İbrahim koridorun başında beklemeye başlar. Onbeş dakika sonra Âdem Ağa gelir. Üstad’ın gönderdiği pusulayı İbrahim’e verir. İbrahim sessizce koğuşa döner. Müdür hâlâ konuşmaktadır. Kibrit kutusunu kenardan Nazif’e verir. Açar. Okumaya başlar:
“Kardeşim Nazif, pusulanı aldım, güldüm. Ben onbeş yirmi gündür hastayım. -Üstad hakikaten son derece hastadır, ateşi vardır.- Namazı zor kılıyorum, ayağa kalkamıyorum, bir şey yiyemiyorum. Hem hastayım hem de çok güçsüzüm. Bu kadar demir parmaklıklar arasından ben nasıl geçeceğim, nereden atlayacağım. O cami bir saatlik mesafede. Ben oraya nasıl gider gelirim? Bu olsa olsa şudur: Cenab-ı Hak ehl-i imana üçyüz müekkel melaike tayin etmiştir. Bu melaikeler, o mü’min kul için müteaddid yerlerde, aynı zamanda, aynı kıyafette; mesela Mekke’de, Medine’de görünür. Aynı saatte müteaddid yerlerde ibadet yapar, o mü’mine sevabını bağışlarlar. Bunun böyle olmak ihtimali vardır. Bu benim şahsıma ait değildir. Her mümin için olur…”
Cübbesi yamalı, yüreği cilalı
Nur Talebelerini altı ay mahkemeye çıkarmazlar. İddianame de yazılmaz. Nihayet 70-80 sayfalık iddianame yazılır. Herkese birer tane vermeleri gerektiği halde vermezler. Kimse suçunun ne olduğunu bilmez.
Üstad cübbesini Hâfız Ali’ye verdiği için mahkemeye yakalı pardösüyle gider. Duruşmadan bir gün önce meydancı, “Hocalar! Hocalar!” diye bağırır. Fakazlı o sırada koridordadır. Etraf karanlıktır. Ses var, görüntü yoktur.
“Ne istiyorsun?” der.
Meydancının elinde Üstad’ın paltosu vardır.
“Bunu hoca gönderdi. ‘Yamasınlar.’ dedi.”
İbrahim heyecanla paltoyu alır. Hasretle koklar. Mis gibidir. Üstad’ı kâinatta her şeyden üstün tutan İbrahim paltoyu başına koyar. Koşarak koğuşa gider. Arkadaşlarına müjdeyi verir. Toplanırlar. Yere çarşaf gibi bir şey sererler. Pardösü çok eskidir. Kırk dört yama vardır. Bazı yerleri yırtılmıştır. Fakazlı yama için pantolonlarından, yeleklerinden, kıyafetlerden uygun renkler arar. Gönenli Mehmed hayretle İbrahim’e bakar, Seyyid Şefik’e döner.
“Görüyor musun yamaların renklerini bile aynen taklit ediyor!”
Seyyid Şefik ekler.
“Zaten tasavvufta aynen Üstad’ı taklit vardır.”
Aynı renklerle dört yama daha yaparlar. Sonradan anlaşılır ki Üstad yakında duruşmaya çıkacaktır. Hazırlık yapıyordur. Duruşmada bile iyi elbise giymeye çalışmaktadır. Kırk sekiz yama ile gider mahkemeye. İbrahim’in de belirttiği gibi, “İşte Üstad’ımızın dünya zenginliği böyle idi.”
Hiddet değil hürmet
Üstad, Beşinci Şua gibi eserler baz alınarak yanlış karar verilmesinden endişelendiğinden müdafaalarını ve Meyve Risalesi’ni de ekleyerek Ankara’ya göndermeyi düşünmektedir. Bu konuda talebelerinin görüşlerini de almak ister. Gönenli Mehmet Risale yazmakta olan Fakazlı’ya seslenir.
“Sen ne dersin? Bu müdafaa Ankara’ya gönderilsin mi, gönderilmesin mi?”
İbrahim cevap vermeden yazıya devam eder. Gönenli ikinci kez sorar. Yine ses yoktur. Üçüncü defa sorulunca yazıdan başını kaldırmadan cevap verir.
“Ben buraya Üstad’ımın işine karışmak için gelmedim!”
Kendisinden yaşça ve ilimce küçük, üstelik kendine hizmet eden Fakazlı’nın bu tavrı Gönenli’nin hayli canını sıkar.
“Vay be, demek sen ha!”
Selahattin Çelebi araya girer, Fakazlı’yı destekleyici sözler söyler. Gönenli kendini tutamaz, Selahâddin’e şiddetli bir tokat atar. Ortam gerilir. Manzarayı uzaktan seyreden İbrahim Mırmır galeyana gelir. Çarşafını başına sarık gibi sararak Gönenli’ye doğru yürür. Büyük İbrahim’in müdahale etmesine fırsat kalmadan Selahattin kalkar, Gönenli’nin elini öper, özür diler. Böylece muhtemel büyük bir kavga engellenir. Üstad olaya çok üzülür. Bir mektupla kırgınlığını dile getirir.
“Sakın sakın, birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.”[1]
*Daha fazla bilgi için İnebolu Nur Talebelerini anlattığımız Hiçbişey yayınlarından çıkan “Kuzey Işıkları: İnebolu Nur Kahramanları” isimli kitabımıza bakabilirsiniz.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/kuzey-isiklari-inebolu-nur-kahramanlari/654956.html&publisher_id=10964
[1] Şualar, s. 525