Uyan Mustafa’m Uyan
Ay doğar ayan beyan
Yolunda kaldım yayan
Uyan Mustafa’m uyan
Sensiz olmuyor inan
Ah yandım Mustafa’m
Ay doğar ayazlanır
Gün doğar beyazlanır
Sevdiğimi bilirken niye nazlanır
Dayanamam Mustafa’m
Bahçelerden su akar
Mustafa’m bana bakar
O şahin bakışıyla
Benim gönlümü yakar
Ah yandım Mustafa’m
Rumeli Ezgisi
***
Güneş’in Doğuşu
571 yılıydı.
Kâbe bütün insanların, bilhassa sevenlerin buluşma noktasıydı. Habeş Sultanı Ebrehe bütün insanlığın kalbini süsleyen Kâbe’yi kıskanıyordu. Hâlbuki kalplere sevgi koymak, onu Kâbe kılmak ancak Allah’ın kudretiyle mümkündü. Ne var ki Ebrehe bu gerçeğe kulağını tıkamış; bütün insanların sevgisini cezbetmek için Kâbe’ye alternatif bir kilise yaptırmıştı.
Asırlar önce Saba Melikesi Belkıs çağının en zengin sultanlarındandı. Ruhunu yansıtacak muhteşem bir saray yaptırmıştı. Gönlü Süleyman Peygamberin gönlüne düşünce tacı, tahtı, sarayı bırakmış; peygambere eş olmuştu. Yıllar içinde sarayı harabeye dönmüştü. Dünya ne Sultan Süleyman’a ne de Belkıs’a kalmıştı.
Fakat o gün Ebrehe gözlerinin önündeki fanilik mührünü görmemiş; dünyanın geçici olduğunu anlamamış; dünyanın konargöçer bir yer olduğunu fark edememiş; dünyayı mülk edinmeye kalkmıştı. Öyle ki Belkıs’ın sarayının kalıntılarındaki kıymetli taşlara, mermerlere ve sütunlara el koyup kilisesine monte ettirmişti. Yetmemiş; altın ve fildişi işlemeli eşyalar, abanoz gibi değerli ağaçlardan işlettiği ahşap işlemelerle kilisesini süslemişti.
Ne var ki, dillere destan bir güzelliğe sahip kilise mabedden çok sarayı andırıyordu. Bundan dolayı Kâbe’nin alternatifi olamamış; insanları Kâbe’den alıkoyamamıştı. Bu durum Ebrehe’nin çileden çıkmasına yetmişti. Kararını vermişti. Fillerden ve insanlardan oluşan büyük bir orduyla Hz. Hatice’nin çocukluğunun geçtiği Kâbe’ye saldıracak; yakıp yıkacaktı. Kalpleri kazanmak için kalplerin taş şeklinde cisimleştiği Kâbe’yi yıkmağa kalkmak ne acı bir hüsrandı.
Ebrehe, ordusuyla Mekke önlerine gelmişti. Şehir savunmasızdı. Her an için teslim olabilirdi. Son peygambere dedelik edecek Kâbe Muhafızı Abdulmuttalib, Ebrehe ile görüşmek üzere otağına gelmişti.
Ebrehe, Mekke’nin en asilinin, Kâbe Hizmetkârının ayağına kadar gelmesinden çok memnun olmuş; gururu katlanmıştı. Buna mukabil Abdulmuttalib sözü uzatmadan konuya girmişti.
“Benim develerime el koymuşsun. Onları geri ver.” demişti.
Ebrehe şaşkındı. Kâbe elden gidiyor; Abdulmuttalib’se develerin peşinden koşuyordu. Haşin bir sesle,
“Kâbe elden gidiyor! Sense develerini düşünüyorsun.” demişti.
Abdulmuttalib, Kâbe’yi inşa eden İbrahim Peygamberin uzak ara torunuydu. O günlerde dünyaya gelecek torunu Hz. Mustafa ise Kalb Kâbelerini inşa edecekti. Bunun için zalime boyun eğmeyecekti.
“Ben develerin sahibiyim. Yüce Allah ise kutlu Kâbe’nin sahibidir. O evini en iyi şekilde koruyacaktır. Ben, bana ait olanı istiyorum. Diğerini korumak haddim değildir.”
Kureyş Ulusu Abdulmuttalib’in zalime karşı gösterdiği dik duruş herkesi kendisine hayran bırakmıştı. Gönül Kâbelerinin sahibi olacak Son Nebinin dedesine de ancak bu yakışırdı. Hatice de şehrinde böyle bir Kâbe Kahramanının bulunmasından içten içe onur duymuştu.
Mekkeliler, Abdulmuttalib ile gurur duyarken, Ebrehe tek kelimeyle çıldırmıştı. Artık Kâbe’ye saldırmak şart olmuştu. Haberi işiten Mekkeliler şehri terk etmiş; tepelere sığınmıştı. Demek Hatice’nin çocukluğunun geçtiği, zor günlerinde Rabbine sığındığı Allah’ın mabedi Kâbe yıkılacak; fillerin altında ezilecekti. Hatice’nin yüreği buna nasıl dayanırdı… Daha görecek güzel günler var yârim… Va esefa, va hasreta…
Kuşların söylediğidir
Ebrehe, ordusuna arş emrini vermişti. Askerler, filler eşliğinde şehre girerken beklenmedik bir şey olmuştu. Birden ağızlarında minik taşlar taşıyan Ebabil Kuşları kaplamıştı gökyüzünü. Şaşkın bakışları altında Ebrehe ordusuna saldırmışlar; ağızlarındaki taşları aşağı bırakmışlardı. Taşlar bomba etkisi yapmışçasına dokunduğunu yere yıkmıştı. Kısa süre içinde koca ordu darmadağın olmuştu. Ebabil Kuşlarının gayretiyle Kâbe’ye zalimlerin eli uzanamamıştı.
Ah bilememişlerdi…
Nemrut, İbrahim Peygamberi ateşe atarken karıncalar yetişmiş; ateşi söndürmüştü. İbrahim’i öldürmek isteyen Nemrut’u kör ve topal bir sinek öldürmüştü. Zamane Nemrut’u, Hz. İbrahim’in kalbi Kâbe’yi yıkmaya, yakmaya kalkınca Ebabil Kuşları yardıma gelmişti.
Kuşlar kaderle uçar. Ötelerden, göklerden haber getirir. O günlerde gökte bir yıldız doğmuştu. Yüreğindeki kuşu ürkütmemiş bir Yahudi bilge heyecanla sokağa fırlamış; kendinden geçmişçesine bağırmaya başlamıştı.
“Ahmedî Yıldız bu gece doğdu!”
“Ahmedî Yıldız bu gece doğdu!”
“Ahmedî Yıldız bu gece doğdu!”
Gecelerin en çok karardığı anlar sabahın en yakın olduğu zamanlardı. Mekke’yi karanlık kaplamışken, Hatice’nin gönlünü gece saracakken Ahmedî Yıldız’ın doğduğu haberi onu umutlandırmıştı. O zaten böyle birini dualarla bekliyordu. Zira kutsal kitaplar onun geleceğini söylüyordu. Varaka defalarca ona Ahmed’den bahsetmişti. Bu şehri karanlıklardan arındıracak; yepyeni güzel günler bağışlayacak son peygamber artık gelmeliydi.
İnsanlar gibi kuşlar da Kâbe’yi tavaf ederdi. Çünkü Kâbe dünya ile ahiretin kesişme noktasıydı. Dünyadan ve ahiretten haberlerin sunulduğu bir merkezdi. Yerden göğe uzanan sütunlarıyla yerden göğe mesajlar götürmekteydi. Gökten yere uzanan sesiyle gökten yere haberler getirmekteydi. Bunu bilenler sık sık Kâbe’ye gelirler; konuşulanları merakla dinlerler; olanları dikkatle izlerlerdi. Hatice bu duygularla Kâbe’ye yönelmişti.
Hemen herkes gâh fısıtlı halinde gâh yüksek sesle son günlerde yaşanan garip hallerden bahsediyor; son peygamberin artık yeryüzüne indiğine işaret ediyordu.
“Kâhinler, ‘Ahmet’in yıldız doğdu.’ diyorlar.”
“Mecusilerin bin yıldır sönmeyen ateşi sönmüş.”
“Semave’yi su basmış.”
“Sava’nın kutsanmış küçük denizi yerin dibine geçmiş.”
“İran Kisrası’nın sarayı sallanmış; 14 burcu yere yıkılmış.”
“Dün gece Kâbe’deki bütün sanemler yüzükoyun devrilmiş…”
Dün gece…
Her şey dün gece olmuştu.
Dün gece, asırlardır süren gecenin karanlığı ağarmaya başlamıştı.
Dün gece, Kâbe’deki sanemleri, gönül putlarını yıkacak, muhabbet ve merhametle gönüllere Kâbe inşa edecek Hz. Ahmed dünyaya gelmişti.
Dün gece, Ahmedi Mahmudu Muhammedi Mustafa (sav) âleme teşrif etmişti.
Dün gece, doğudan batıya, güneyden kuzeye her yer nura doymuştu.
Dün gece, gözlerdeki ve gönüllerdeki perdeler aralanmıştı.
Dün gece, Hatice için sırlarla dopdolu yepyeni bir zaman başlamıştı.
Dün gece, Hatice’nin kalbinin kapıları sonuna kadar Son Peygambere açılmıştı.
O beklenmekteydi artık.