Hayatını davası bilmek
Gültekin Sarıgül 1958 yılında Hukuk Fakültesi öğrencisiyken Bekir’le tanışır. Ondan sonra sık sık yolları kesişir. Nur davalarının avukatlığını üstlenirler.
1960 yılının Ocak ayıdır. Nur Talebeleri Ankara’da Murat Lokantasının üstünde küçük bir büro kiralarlar. Misafirler burada ağırlanır. Bir gün Mustafa Sungur, Bekir ve Sarıgül’ün de içinde olduğu bir grup Nur Talebesi büroda otururken telefon çalar.
Sungur ahizeyi kaldırır. Arayan Zübeyir Gündüzalp’tir. Üstad sürekli takip altında olduğundan Gündüzalp şifreli konuşur. “Ben şu anda Polatlı’dayım.” der. Sungur şifreyi ilk anda çözemez. Telefonu kapattıkta sonra jeton düşer. “Yahu arkadaşlar! Zübeyir Ağabeyin Polatlı’da olması, Üstadın orda olması demek; o hâlde Üstad Ankara’ya geliyor!” der demez Bekir Berk heyecanla ayağa kalkar. “Derhal kalkalım, karşılayalım.”
O andan itibaren film sahnelerini hatırlatan olaylar yaşanır. Hemen kalkıp araba aramaya başlarlar. O dönem araba yaygın olmadığından biraz zaman kaybetseler de nihayet bir cip bulabilirler. Sarıgül ve Üstadın Ankara’ya geldiğinde kaldığı otelin sahibi onları takip edecektir.
Polatlı güzergâhında bir süre yol aldıktan sonra Üstadın arabasını görürler. Hemen dönüp onu takip ederler. O arada Üstadın nereye gittiğini merak ediyorlardır. Otel sahibi merakları giderir. “Merak etmeyin, bizim otele gider.”
Gerçekten de bir süre sonra Üstadın aracı otelin önünde park eder. Kışın ortasında Bekir Berk’in bağına bahar gelmiştir. Sevinç ve heyecandan kıpır kıpırdır. Karadeniz yine coşmuştur, onu ancak Bediüzzaman gibi bir derya durultacaktır. Hemen Üstadın odasına koşar. Zaman durur, iki deniz birbirine kavuşur.
Müspet hareket
Beyrut Palas Otelinde tarihi anlar yaşanır. Bekir bütün varlığıyla kendini Üstadına teslim eder. Said Özdemir, Tahsin Tola gibi hatırlı Nur Talebeleri odayı şenlendirir. Oysa nazik bir dönemden geçilmektedir. 1960 yılının başından itibaren Türkiye’de sular ısınmaya başlamıştır. Askeri darbe kokusu yavaş yavaş ülkeyi sarmaktadır. Bediüzzaman bu havayı hissetmiştir. Talebelerini olası şiddet eylemlerinden uzak durmayı ve müspet hareket etmeyi tavsiye eden konuşmalar yapmaya başlamıştır. Bu minvaldeki uyarılarını sürdürerek müspet hareket konulu Emirdağ Lahikası’ndaki son dersi verir.
Sultan Abdülhamit
Bekir ve yardımcısı o gün Samsun’daki bir davaya gideceklerdir. Üstad bir ara Bekir’e dönerek Sultan Abdülhamit’ten bahsetmeye başlar. Kendisinin onun maaşını kabul etmediğini, ona boyun eğmediğini, bununla beraber Sultan Abdülhamit’in veli olduğunu anlatır.
Bekir, Üstadın kendisine dönerek Sultan Abdülhamit’ten bahsetmesini anlamlandırmakta zorlanır. Bu düşüncelerle Üstada veda eder. Ardından uçakla Samsun’a hareket eder. Uçak bir ara türbülânsa girer. Düşme noktasına gelir. O anlarda, “Himmet et Üstad’ım!” diyerek haykırır. Bu sözlerden sonra uçak sanki altından yumuşak bir elle kavranılmış gibi sükûnetle yoluna devam eder.
Samsun’a vardıklarında bir grup seveni kendini karşılar. Bunlar içinde ilk kez karşılaştığı birisi de vardır. Bu kişi bir ara konuyu Sultan Abdülhamit’e getirir. “Üstad Bediüzzaman çok iyidir. Lâkin o velî gibi padişaha karşı çıktı, itiraz etti, iyi etmedi...” diye söylenmeye başlar.
O anda Bekir, kısa süre önce Üstadın, Abdülhamit hakkındaki sözlerini hatırlar. Verdiği dersin mana ve hikmetini anlar. Ardından o zatın anlayacağı şekilde meseleyi izah eder. O günleri yıllar sonra şöyle anlatır.
“Üstad Hazretleri Eskişehir’den Ankara’ya gelmişti. Beyrut Palas Otelinde Zübeyir Ağabey, Said Özdemir, Tahsin Tola vs. de vardı. Son vasiyetlerinden birini yapıyordu. Zübeyir Ağabey de kaleme alıyordu. Birden hiç münasebet yokken bana döndü ve Sultan Abdülhamit Han hakkında konuşmaya başladı. Kendisine Yıldız Sarayını darülfünun [üniversite] yapması teklifinde bulunduğunu ve Abdülhamit’in veli olduğunu belirterek onu öven sözler söyledi.
Ertesi gün Samsun’da mahkemem vardı. Uçakla Samsun’a giderken şiddetli bir fırtınaya tutulduk. Uçak aniden 100 metre inip çıkmaya başladı. Sanki dev dalgalara tutulmuş gemi gibi batıp çıkıyordu. Yolcular çığlık çığlığa bağrışıyorlardı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Birden, ‘Yetiş ey Üstad’ım Bediüzzaman!’ diye bağırdım. Sesim diğerlerini bastırmıştı. Herkes dönüp bana baktı. Ardından uçak, âdeta düz bir zeminde süzülmeye başladı. Üstadın himmetiyle kazasız belâsız Samsun’a indik!
Beni Ali Rıza ve Hamdi Sağlamer karşıladılar. Akşam misafir olduğumuz evde sohbet vardı. Şu anda isimlerini hatırlayamıyorum, Mustafa Bağışlayıcı mı, yoksa bir doktor vardı, o mu, bilmiyorum! Üstadın, Abdülhamit’e karşı olduğunu anlatmaya başladı. Zihnimde şimşekler çaktı. ‘Bir dakika!’ dedim, ‘Dün yaklaşık bu saatlerde Üstad Hazretlerinin yanındaydım. Hususî bir ders yapıyorken, birden konuyu değiştirmiş ve bana hitaben, Abdülhamit’i öven sözler söylemiş, onun veli bir padişah olduğunu beyan etmişti. O an, durup dururken neden bana hitaben böyle konuştuğunun sebebini anlayamamıştım. Şimdi anlıyorum ki Hz. Üstad, benim Samsun’da bu sohbete katılacağımı ve Abdülhamit Han’la ilgili bir itiraz geleceğini keşfetmiş, benim şahsımda size cevap vermişti!
Adam sustu, mahcup oldu ve özür diledi.”