FEYİZLİ ŞEHİR DENİZLİ
1943 yılında Nur Talebeleri tutuklanarak Denizli’ye gönderilirler. Denizli’ye vardıklarında halk teessür içinde, sessizce Nur Talebelerini selâmlar. Bazıları moral vermeye çalışır.
“Sizin başınızda öyle bir Hoca var ki sorgu hâkimi sual sormadan sorularına cevap verdi. Sizlerin hiç bir kabahatiniz yoktur, merak etmeyin. Beraat edeceksiniz.”
Denizli Cezaevi yeni yapılmıştır. Bahçesi yeşil olsa da havasız koğuşlarıyla, ufak mazgal deliği gibi cam pencerede sık demir parmaklığıyla Malta Zindanına benzeyen rutubetli bir binadır. İlk geceyi binanın müştemilatında beş kişinin barınamayacağı bir yerde geçirirler. Yataklarına oturarak tilki uykusuna dalarlar. Bu onlara aslında bir çeşit işkencedir. Kapıları da kilitlenmiştir. Artık yegâne tesellileri Bediüzzaman’ın o binada bulunmasıdır.
Ağır ceza koğuşunun bir odası İnebolu, Kastamonu ve İstanbul’dan gelen Nur Talebelerine tahsis edilir. Nazif ve Selahâddin Çelebi, İstanbul ulemâsından Gönenli Mehmed Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Şemseddin Yeşil, Emin Uzun, Mustafa Hemadan ile aynı koğuşa yerleştirilir. Üstad kibrit kutusu içinde bir kâğıda, “Hoş geldiniz.” yazılı bir pusulayı mahkûmlardan meydancı Âdem Ağayla gönderir.
İnebolu Nur Talebeleri Üstad’larını uzun zamandır görmediklerinden ziyaret etmek isterler. Müdür müsaade etmeyince Üstad’ın koğuş penceresine çıktığı zamanları kollayarak uzaktan da olsa hasret gidermeye çalışırlar.
Nazif Çelebi, Taşköprülü Sadık Beyle birlikte mahkûmlarla dostluk kurup güzel bir hizmet zemini oluşturur. Üstad Hazretleri hapisteki düzeni Sadık Bey ve Süleyman Hünkâr’a havale eder. Nazif, Feyzi, Emin, Hilmi, Selahâddin ve Mümtaz ile istişare etmelerini ister.
HAPİSHANE MEDRESE OLUYOR
Kısa zamanda cezaevindeki bütün ağır cezalılar pişman olarak tevbe ve istiğfar eder, namaza başlar. Nur Talebeleri bu değişimi anlamlandırmakta zorlanır. Hapishane elebaşısı (cezaevi tabiri ile ‘dayısı’) Beylerbeyli Süleyman Hünkâr’a bu durumu sorarlar.
“Siz ne gördünüz ki, kısa zamanda Bediüzzaman'a karşı bu kadar saygı gösteriyorsunuz? Fırsat buldukça elini öpmeye koşuyorsunuz?”
Hünkâr bütün samimiyetiyle olayı özetler.
“Ben buraya adam yaralamaktan sekiz aya mahkûm olarak geldim. Bir gece rüyamda bir hoca, ‘Süleyman sen iyisin fakat çok mağrursun ve nefsine güveniyorsun. Yakında bunun cezasını çekeceksin.’ diyordu. Hakikaten çok geçmeden, hapishanede bir kavga oldu. Kavgada bir mahkûm ölmüştü. Bu hâdiseden sonra beni de yirmidört seneye mahkûm ettiler. Bediüzzaman cezaevine gelince, bu zatın rüyamda gördüğüm hoca olduğunu anlamıştım. Zaten Bediüzzaman da gelir gelmez mektup yazarak, ‘Burası bir hapishane değil, Medrese-i Yusufiyedir. İçindekiler birer zebani değil, birer müdür ve idarecidir. Bugünden itibaren gusledip, tevbekâr olarak içki, kumar gibi şeyleri katiyyen terk edeceksiniz.’ diyordu. Bunun için kendisine son derece hürmet ediyoruz. Aksi halde, manevî tokadını yiyeceğimizi biliyoruz…”
Selahâddin’in koğuş komşuları olan ağır cezalıların hepsi Nur Erleri vesilesiyle elif cüz’ünden başlayarak Kur’ân’ı hatmeder. Gönenli Mehmed Efendiden ders almaya başlayan dört adam katili Mehmed, Kur’ân’ı hatmederek mahkûmlara imamlık yapmaya başlar. Katiller rüyalarını anlatır, gözyaşı döker, yaptıklarına bin defa pişman olduklarını söyler.
“Biz Allah ve Peygamberi bilmiyorduk. Bize yol gösterdiği için başta Bediüzzaman Hazretlerine ve sizlere binlerce teşekkür ederiz.”
Hapishanenin tavanı beton olmasına rağmen incecik duvarlarından yağmur gibi tahtakurusu ve sivrisinek dökülür. Sık sık süpürmek zorunda kalırlar. Ağır cezalılar şaşkındır. Bu hayvancıklara nasıl kıyılır şimdi. “Adam öldürdük, ama şimdi sivrisineği dahi öldüremiyoruz…” diyerek kendilerindeki değişimi ifade ederler.
Cezaevi Müdürü Şevki Bey Üstad’ı talebeleriyle görüştürmez. Ancak mahkemeye giderken görüşebilirler. Yetmiş kişilik bir kafileyle mahkemeye gidilir. Üstad her defasında başka biriyle kelepçelenir. Etrafta süngülü otuzdan fazla jandarma bulunur. Buna rağmen Denizli’nin âlicenap ve misafirperver halkı yolların iki yanını doldurur, başlarıyla Nur Talebelerini selamlar. Gözyaşlarıyla sevgilerini, teessürlerini bildirir. Üstad her seferinde cezaevi yolunda eski bir kabristanın yanından geçerken Fatiha okur.
ALARM: HAPİSTEKİ BEDİÜZZAMAN CAMİDE GÖRÜNDÜ!
Mahkûmlar için en zor anlar gecedir. Gece bütün karanlığı ve kasvetiyle zindanı kuşatır. En tiz ayak sesi bile tedirgin olmaya yeter. Zira çoğu kere ayak sesleri idam mahkûmlarını almaya gelen jandarmalara aittir. Nazifler, Selahaddinler o gün sabah namazını kılmışlar, dinlenmeye çekilmişlerdir. Uzaklardan postal seslerinin kendilerine doğru yaklaşmakta olduğunu işitirler. Sesler yaklaştıkça endişeleri daha da artar. Bu saatte geldiklerine göre daha önemli bir olay olmalıdır. Tedirgin gözlerle seslere yönelirler. Aniden kapı açılır. Şaşkın bakışlar altında Hapishane Müdürü koğuşa girer. Şaşkındırlar çünkü Hapishane Müdürü saldırıdan çekindiği için koğuşlara girmez. Buyur ederler.
“Çay ikram edelim.”
Müdürün siniri burnundadır. Çay falan içecek halde değildir.
“Yahu oturun be… Bırakın böyle şeyleri. Ne çayından bahsediyorsunuz. Ben mahvoldum. Derdime derman olacak kim var burada?”
Nur Talebeleri iyice şaşırır. Koskoca Müdürün ne derdi olabilir ki?
“Efendim geçmiş olsun. Ne oldu?”
Müdür çaresiz bir hâlde anlatmaya başlar.
“Yahu ben buraya geldi geleli Hoca Efendi (Bediüzzaman) her sabah camiye namaza gidiyormuş. Benim bundan hiç haberim yok. Müsaade etmediğim halde nasıl gidiyor?...”
Haydaaa, bu da nerden çıktı şimdi. Birkaç kişi mırıldanır.
“Nasıl olur efendim, gidemez.”
Müdür cevap karşısında iyice çıldırır.
“Gitmez olur mu! İşte gidiyor. Dün akşam Cuma gecesi sabaha kadar burada bekledim. Yine camiye çıkar, diye eve gitmedim. Kapıları kontrol ettim. Jandarmayı takviye ettim. Hatta pencere altına da yeni bir posta koydum. Kendim de sabaha kadar tek tek kontrol ettim, hiç boş bırakmadım. Sabah olunca soğuktan üşüdüm, evime gittim. Hanım bir çay yap, şöyle uzanayım, dedim. Birden telefon çaldı. Koştum telefona ki Savcı Bey köpürüyor. Adam bağırıyor bana. ‘Sen beni mahvettin! İdam edecekler bizi! Sen ne yapıyorsun! Nasıl koy verdin sen bunu! İşte bak karşıda duruyor. Bu sabah Delikli Çınar Camiinde namaz kıldı. Şimdi ben oraya geliyorum. Mahvedeceğim seni. Benim de ocağımı batırdın.’ diyor. Ben ne yapacağımı şaşırdım. Allah aşkına çare bulun!”
Nazif… Evliyaların halinden anlayan Nazif... Bir kenara çekilir, tebessümler içre Müdürün sözlerini yazar. Pusulayı Meydancıyla Üstad’a gönderir. Onbeş dakika sonra Üstaddan haber gelir. O da hayret içindedir.
“Kardeşim Nazif, pek taaccüp ettim. Fesübhanallah. Ben yerimden kalkamayacak hâldeyim. On-onbeş gündür ateşim çok yüksek. Bana zehir içirdiler. Çok rahatsızım, gayet zayıf ve güçsüzüm. Nasıl kalkar, bu kadar manilerden geçer, gidebilirim? Fakat bir mesele var ki bu şahsıma münhasır değildir. Cenab-ı Hak her mümin kuluna üç yüz melaike-i müekkel kılar. Bu melekler o mümin için dua ve istiğfarda bulunurlar. Mübarek makamlarda bazen onun kılığına girer ve namaz kılarlar.”
KÂTİP ÇELEBİ
Sabah namazında camide görüldüğü söylentisi ihbar kabul edilerek Üstad iç koridorlardaki tek kişilik hücreye hapsedilir. Burası insanın yaşayamayacağı kadar havasız, küçük, kapalı bir hücredir. Bir yatak zor sığmıştır. Mum ışığı ile aydınlanan oda mağarayı andırır. Denizli’nin elektriği çok fersizdir. Gündüz cereyan verilmez. Geceleri de 12’den sonra kesilir.
Üstad müdafaasını yazdırmak için Hapishane Müdüründen Selahâddin’i ister. İzin verilir. Üstad söyler, Selahâddin yazar. Bir saat içinde altı bakanlığa gönderilmek üzere dilekçe hazırlanır. Selahâddin bitkin hâlde huzurdan ayrılır. Zira insan vücudunun o rutubete dayanması mümkün değildir. Fakat bu odaya gide gele zamanla alışır. Pek çok mektubun, istidanın, müdafaanın, risalenin yazılmasına vesile olur.
HİDDET DEĞİL HÜRMET
Denizli Savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini mahkûm ettirmek ister. Risale-i Nur aleyhinde rapor yazdırmak için iki menfi öğretmeni bilirkişi tayin eder. Onları kifayetsiz ve yetkisiz bulan Üstad, eserlerinin Ankara’da yüksek ilmî heyet tarafından tetkik edilmesini ister. Talep üzerine mahkeme eserleri Ankara’ya gönderme kararı alır. Üstad, Beşinci Şua gibi eserler baz alınarak yanlış karar verilmesinden endişe ettiği için müdafaalarını ve Meyve Risalesini ekleyerek Ankara’ya gönderir. Endişelerini talebeleriyle paylaşarak görüşlerini almak ister. Gönenli Mehmed Efendi bu durumun tahliyeleri geciktireceği görüşündedir. Koğuşundakilere tek tek fikirlerini sorar. Sıra İbrahim Fakazlı’ya gelir. Fakazlı, Risale yazmaktadır. Gönenli, Fakazlı’ya seslenir.
“Sen ne dersin? Bu müdafaa Ankara’ya gönderilsin mi, gönderilmesin mi?”
Fakazlı cevap vermeden yazıya devam eder. Gönenli ikinci kez sorar. Fakazlı’dan yine ses yoktur. Üçüncü defa sorunca, yazıdan başını kaldırmadan cevap verir.
“Ben buraya Üstad’ımın işine karışmak için gelmedim!”
Kendisinden yaşça ve ilimce küçük, üstelik kendisine hizmet eden Fakazlı’nın bu tavrı Gönenli’nin canını hayli sıkar.
“Vay be, demek sen ha!”
Selahattin harekete geçer. Fakazlı’yı destekleyen sözler söyler. Gönenli kendini tutamaz. Selahâddin’e şiddetli bir tokat atar. Selahâddin yere düşer. Ortam iyice gerilir. Manzarayı uzaktan seyreden Büyük İbrahim (Mırmır) galeyana gelir. Çarşafı başına sarık gibi sararak Gönenli’ye doğru yürür. Bu arada Selahattin kalkar. Büyük İbrahim’in müdahale etmesine fırsat kalmadan Gönenli’nin elini öper, özür diler. Böylece muhtemel büyük bir kavga engellenir. Üstad olaya çok üzülür. Zaten çok zor şartlarda yaşıyorlardır. Sıkıntıdan gelen gücenmeler, titizlikler, itirazlar perişaniyetlerini ikiletmektedir.
“Sakın sakın, birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerine hürmet ediniz. İtiraz yerine yardım ediniz.”[1]
***
*Daha fazla bilgi için İnebolu Nur Talebelerini anlattığımız Hiçbişey yayınlarından çıkan “Kuzey Işıkları: İnebolu Nur Kahramanları” isimli kitabımıza bakabilirsiniz.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/kuzey-isiklari-inebolu-nur-kahramanlari/654956.html&publisher_id=10964
[1] Şualar, s. 527.