Ficar Savaşı
Tarihler 590 yılını gösterirken Kureyşliler ile Havazin ve Sakif kabileleri arasında savaş çıkmıştı. Aylardan muharremdi. Araplar arasında muharrem ayında savaşmak ve kan dökmek günah sayıldığından bu savaşa günah savaş anlamında “Ficar Savaşı” denilmişti.
Bu savaşa Hatice’nin babası ve erkek kardeşinin yanısıra yirmi yaşındaki, hayatı boyunca hiç kan dökmeyecek, henüz kendisine peygamberlik gelmemiş ve Hatice ile yolları kesişmemiş Hz. Mustafa da katılacaktı. O sadece topladığı okları amcalarına verecek, bu vesileyle Hatice’nin babası Huveylid ile yolları kesişecekti. Kader kayınpeder ile damadı o gün aynı saflarda birleştirecekti. Maalesef o gün çok kan dökülecek; Hatice’nin kanından kan, canından can taşıdığı babası toprağa düşecek; en büyük hamisini yitirecekti.
O gün kader onu yıllar sonra kendisine eş kılınacak Hz. Mustafa gibi yetim kılacaktı. Hz. Mustafa’ya amcası Ebu Talib sahip çıktığı gibi ona da amcası Amr bin Esed sahip çıkacaktı.
Henüz babasının ölüm üzüntüsünü üzerinden atamadan bu sefer annesi Fatıma hastalanacak; kısa süre sonra onu da kaybedecek; Azrail onu sonsuzluk ülkelerine götürecekti.
Eşlerinin, babasının ve annesinin vefatı sadece bahaneydi. Gerçekte kader onu Âlemlerin Efendisi’ne eş olarak hazırlıyordu. Bunun için türlü zorluklardan ve sıkıntılardan geçirerek tecrübe sahibi yapıyordu.
Artık zor zamanlarında kendine destek olacak tek kişi kalmıştı: Amcaoğlu Varaka. Doğduğu günden beri daima yanında yer alan Varaka o günden sonra ona daha çok sahip çıkmıştı. Bu yakınlık bir zaman sonra nişanlılık aşamasına gelecek ama evlilik gerçekleşmeyecekti. İhtimal ki Varaka onun ancak bir peygambere eş olacağını düşünmüş olmalı ki evlilik aşamasına geçilmemişti. Aslında bu nişanlılık geçici de olsa Hatice’yi başka erkeklerin nazarından korumuştu.
Yardımsever tüccar Hatice
Varlıkla imtihan yoklukla imtihandan daha ağırdı. Varken şükretmek, yokken sabretmekten daha zordu. İnsan varlığa alışınca darlığı kaldıramıyordu. Hatice’de bir kadında olması gereken hemen her şey vardı. Soylu, zengin ve güzeldi. O bu nimetlerin şükrünü en güzel şekilde eda ediyordu. Asil davranışlarıyla soyluluğunun, cömertliğiyle zenginliğinin, iffetiyle güzelliğinin sadakasını veriyordu. Evet, Rabbi onu nimetle imtihan etmiş; o da nimetlere şükürle karşılık vererek bu imtihanı başarıyla geçmişti. O dünyanın peşinden koşmadığı için dünya onun peşinden koşmuştu.
Hatice nimet imtihanıyla birlikte çokça musibetle de imtihan edilmişti. Eşleri konusunda yaşadığı talihsizlikler gerçekten de büyük bir sabrı gerektiriyordu. Aslında her şey bahaneydi. Kader onu peygambere yar ve yardımcı olarak hazırlıyordu. O da gereğini yapmıştı. Ne var ki onun için hayat her geçen gün zorlaşıyordu.
Öte yandan ticari hayatta sürekli üzerine katıyordu. Otuz yaşına geldiğinde Mekke’nin hatırı sayılır tüccarlarından olmuştu. Rum, Fars, Şam, Taif gibi şehirlerde namı yayılmaya başlamıştı. Altında çalışan memurlarının, kâtiplerinin, işçilerinin ve hizmetçilerinin sayısı her geçen gün artıyordu. Bu durum onun iş tecrübesini artırdığı kadar dünyaya bakışını da değiştiriyor; ufkunu genişletiyordu.
Hamisiz, üç çocuk sahibi dul bir kadın için gerçekten takdir edilecek bir durumdu bu. Aslında her şey bahaneydi. Kader onu yetmişiki millete peygamber olacak insana yar ve yardımcı olarak hazırlıyordu. O farklı milletten, meslekten, meşrepten insanlar vesileyle hayatı ve insanı tanıyor; onların kalbine giden yolun izlerini fark ediyordu.
Hatice 15 yaşına kadar çok güzel ve rahat bir hayat yaşamıştı. Yokluk, yoksulluk, yorgunluk görmemişti. Aile sevgisini tatmıştı. Ne var ki evlendikten sonra hayatı istediği gibi gitmemiş; evliliklerinde istediği huzuru yakalayamamış; nihayetinde üç çocuğuyla baş başa kalmıştı. Bu yetmiyormuş gibi genç yaşta annesini, babasını ve erkek kardeşlerini de kaybetmiş; hamisiz, korumasız kalmıştı. Şükür ki çocuklarının hatta gelecek birkaç neslinin hayatlarını kurtaracak servete kavuşmuştu.
O annesizliği, babasızlığı, dulluğu, korumasızlığı; çocukları babasızlığı yaşamıştı. Artık kendini evlatlarına ve muhtaçlara adamalıydı. Öyle de yapmıştı. Artık evliliği düşünmüyor; bütün vaktini çocuklarına, işine ve muhtaçlara sarf ediyordu.
Yoksullara, fakirlere, gariplere yardım ediyor; elindekini ihtiyaç sahipleriyle paylaşıyordu. Kendi evlatları da öksüz büyüdüğü için yetimlere, öksüzlere, dullara, gariplere daha bir sahip çıkıyordu. Evi evsizler için hane, açlar için aşhane, hastalar için şifahane olmuştu. Bazen içi rahat etmez, hizmetçileriyle sokaklara düşer; yoksulları, darda kalmışları tespit eder, ihtiyaçlarını karşılardı.
Bu fedakâr halleri onun malına bereket, servetine servet katıyordu. Dahası her geçen gün yeni gönüller fethediyor; gönüllerdeki sevgisi artıyordu. Adı her yerde hayırla anılıyordu. Yıllar sonra peygamber müezzini olacak Bilal-ı Habeşi o günleri hasretle anacaktı.
“Hatice’nin adını annemin bir parça kuru ekmeğe sürüp bana uzattığı bal ile bildim. ‘Oğlum.’ derdi annem; ‘Bu balı bize Hatice göndermiş.’ Fukara sofralarda ben nimetin adını Hatice’nin adıyla tanıdım…”
Hatice hatırı sayılır bir servete ve üne sahip olmasına rağmen yine de sade ve mütevazı yaşamından ödün vermiyor; böbürlenme, büyüklenme, kibir gibi kirlere bulaşmıyordu.
O günlerde Hatice gibi ticaretle meşgul olan iki tacir daha vardı. Onlar da yoksullara sahip çıkıyorlardı. Bunlardan birisi herkes kendinden bahsetsin diye yardımda bulurken, diğeri merhamet duygusuyla yoksula elini uzatıyordu.
Yıllar sonra son peygamber Hz. Mustafa dünyaya teşrif edince ilk tüccar O’ndan geri dursa da ikinci tüccar O’na tabi olmuştu. O bir gün Hz. Mustafa’nın kapısını çalmıştı. “Ben.” demişti, “Müslüman olmadan önce yoksullara acıdığım için yardım ederdim. Bunlar için bana ahirette mükâfat var mıdır?”
Hz. Mustafa soru karşısında memnuniyetini belirtmişti. “Sen”, demişti, “Müslüman olarak mükâfatını daha bu dünyada aldın.”
O gün bir daha anlaşılmıştı ki o tüccar gibi Hatice de üstün ahlâkının, fedakârlığının, şefkatinin, merhametinin, yoksula ve darda kalmışa sahip çıkmanın mükâfatını daha bu dünyada almış; Müslüman olmanın yanında Âlimlerin Efendisi’ne eş ve dost olmuştu.
Güzel kokanlar
Bir şehri kirletmenin en kolay yolu kadını kirletmekten geçiyordu. Paranın satın alamayacağı hiçbir şey olmadığını düşünen yoz insanlar ilk önce kadını elde etmeye çalışarak işe başlıyordu. İffet, kadının hazinesiydi. İffetini kaybettiğinde o kadının da, toplumun da kaybedecek bir şeyi kalmıyordu. Geçmiş çağlarda kadınlar paylaşılamadığı için birçok kan dökülmüştü. Hatta güzellik kraliçesi Kleopetra yüzünden birçok savaş çıkmıştı. Eğer burnu biraz daha biçimsiz olsaydı bu kadar insan ölmeyecekti.
Mekke, kadınların köle gibi alınıp satıldığı bir pazardı. Fuhuş ve kadın istismarının boyutlarını tahmin etmek bile mümkün değildi. Hatta fuhşu işlemek için bayraklı çadırlar kurulmuştu. Hatice ve daha sonra Hz. Mustafa’ya peygamberlik yolunda yardımcılık edecek Ebubekir bu çirkinliklerden uzak durmuştu. Bir defasında Ebubekir sokakta alenen zina edildiğini görmüş; bu çirkinliği engellemeye gücü yetmeyince hırkasını çıkarıp üzerlerine örtmüştü.
Kadınlardan başka yoksullar, fakirler, köleler ve yabancılar da tehdit altındaydı. Can ve mal güvenliği kalmamıştı. Darda kalanlar faizle borçlanmak zorunda kalıyor; ellerindekini, avuçlarındakini tefecilere kaptırıyordu. Ticaret için şehre gelenlerin mallarına el konulabiliyor; hatta ırzlarına bile geçiliyordu. Üç beş zayıf kişinin cılız tepkisi dışında kimse bu haksızlıklara ses çıkaramıyordu.
590 yılıydı. O günlerde şehre bir yabancı gelmişti. Yanında kızı da vardı. Haberi alan Mekke’nin serseri takımı harekete geçmiş; kızı alıkoymuştu. Babası çaresizce sağa sola koşuşturmuş; gelenden, geçenden medet ummuştu.
Bu olay bardağı taşıran son damla olmuştu. Henüz insanlığını yitirmemiş birkaç genç harekete geçmişler; genç kızcağızı kurtarıp babasına teslim etmişlerdi. Bu olay onlar için tam bir ders olmuştu. Bundan böyle haksızlıkları ortadan kaldırmak ve sükûnu sağlamak için bir dernek kurmaya karar vermişlerdi. Adını güzel kokanlar anlamına gelen Hulful Fudul koymuşlardı. Bu derneğin en itibarlılarından birisi daha sonra tarihe son peygamber olarak geçecek, masumların duası, zalimlerin korkulu rüyası olacak 19 yaşındaki Muhammed’ül Emin’di.
Hatice böyle erdemli gençlerden oluşan bu cemiyetin gönüllü üyesi olmuş; onlarla birlikte darda kalmışlara yardım etmişti.
6 yıl sonra Hatice ile Muhammed’ül Emin’in yolları evlilik çatısı altında birleşecek; bu hizmetlerini bu sefer daha da güçlendireceklerdi.
Aynalardaki sırlar
İnsan kendiyle barışık olandı. Aynalarda kendini seyredendi. Aşklar gibi bedenler de bakım isterdi. Kendiyle barışık olan kendine ve aynalara bakardı. Hatice kendiyle barışıktı. Süs, kadın ruhunun derinliklerindeki güzellikleri ortaya çıkaran örtüydü. Hatice de erkeklerin dikkatini çekmeyecek kadar süslenirdi. Kılık kıyafetine, saçına, yüzüne dikkat ederdi. Kuaför Ümmü Züfer sık sık evine gelir; onun saç ve yüz bakımıyla ilgilenirdi. Diğer kadınlar süsler, takılar, giysilerle kendilerini olduğundan fazla göstermeye çalışırken Hatice’nin ruhundaki zarefete uygun şekilde sade ve duru güzelliğini ortaya çıkarmak istemesine hayran kalırlardı.
Hatice, beyaz tenini örten siyah elbiseleriyle görenlerin gözünde gece ve gündüz gibi süzülürdü. İyi sanatkârların elinden çıkmış gümüş ve firuze taşlı yüzükler, küpeler, bilezikler ve gerdanlıklar gökyüzündeki güneş, ay ve yıldızlar misali nazik bedenini süslerdi.
Hatice gerçekte kendini ebedi âlemlerin en Sevgili’sine saklıyordu. O geldiğinde örtülerinden sıyrılacak; varlığını hediye edecekti.
Hatice’nin evi
Kadın için ev, kalp demekti. Kendiyle barışık olan evine bakardı. Hatice’nin evine açlar, susuzlar, yoksullar, garipler, gurabalar kadar, zenginler, soylular, bilginler ve sanatkârlar da geliyordu. Bundan dolayı Hatice kılık kıyafetine dikkat ettiği gibi evine de dikkat ediyordu. Lükse ve israfa kaçmadan sade ama zarif, sanat değeri olan halılar, kilimler, örtüler, ahşaplar ve taşlar ile evini süslüyordu.
Kader Hatice’yi son peygambere hazırlıyordu…