Gaybın anahtarı şiir
Mekke, ticaret kadar şiirin de merkeziydi. Dört bir taraftan gelen şairler gâh panayırlarda, gâh Kâbe’de boy gösterirdi. Şiirler Kâbe duvarlarını süslerdi. Şiir o dönemde en önemli geçerli akçeydi. Zira şairlerin göklerde saklı sırları bildikleri düşünülürdü. Gerçekten de fıtratı bozulmamış bazı has şairler gayb perdesini önsezileriyle aralamışlardı. Söyledikleri sözler, verdikleri haberler doğru çıkıyordu. Bundan dolayı sözleri çok dikkate alınıyor; bazen şairler yüzünden kavgalar çıkıyor; yine şairler aracılığıyla barış sağlanıyordu.
590 yılıydı. Ukâz panayırı yine kurulmuştu. Arapların meşhur şairi Kuss bin Sâide birden meydana çıkarak devesinin üzerinde kendinden geçmişçesine şiirler söylemeye başlamıştı:
“Ey insanlar!
Geliniz; dinleyiniz; belleyiniz; ibret alınız!
Yaşayan ölür; ölen fenâ bulur; olacak olur.
Yağmur yağar; otlar biter; çocuklar doğar; anaların, babaların yerini tutar.
Sonra hepsi mahvolur gider.
Vukuâtın ardı arkası kesilmez; hepsi birbirini tâkip eder.
Dikkat edin; söylediklerime kulak verin!
Gökten haber var; yerde ibret alacak şeyler var!
Yeryüzü serilmiş bir döşek; gökyüzü yüksek bir tavan.
Yıldızlar yürür; denizler durur.
Gelen kalmaz; giden gelmez.
Acabâ vardıkları yerden memnun oldukları için mi orada kalıyorlar?
Yoksa alıkonulup da uykuya mı dalıyorlar?
Yemin ederim; Allâh’ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir.
Ve Allâh’ın gelecek bir peygamberi var ki, gelmesi pek yakındır.
O’nun gölgesi başınızın üzerine düştü.
Ne mutlu o kimseye ki, O’na îmân edip de, o dahî O’na hidâyet eyleye!
Vay o bedbahta ki, O’na isyan ve muhâlefet eyleye!
Yazıklar olsun ömürlerini gaflet içinde geçiren ümmetlere!
Ey insanlar!
Gafletten sakının!
Her şey fânîdir, ancak Cenâb-ı Hak bâkîdir.
Birdir, şerîk ve nazîri (ortağı ve benzeri) yoktur.
İbadet edilecek, yalnız O’dur.
O doğmamış ve doğurmamıştır.
Evvel gelip geçenlerde bizler için ibretler çoktur…”
O gün Varaka ve Hatice de oradaydı. Kuss bin Sâide, Varaka’nın dostuydu. Herkes de bilirdi ki o boş ve batıl konuşmazdı.
Herkes şairin sözlerine dikkat kesilmişti. Şair pek yakında bir peygamber geleceğini, Allah’tan başka ibadet edilecek bir başka varlığın olmadığını söylemişti.
Söylenenleri heyecanla ve merakla dinleyen Varaka ve Hatice bekledikleri peygamberin gelmek üzere olduğunu anlamışlar; sevinç ve umutla birbirlerine bakmışlardı. Nihayet o günler yaklaşmıştı.
Fakat şairin, “Allâh’ın indinde bir din var ki, şimdi bulunduğunuz dinden daha sevgilidir” sözleri kısa süreli bir uğultuya sebep olmuştu. Zira yeni dinin gelmesi eskisinin hükmünün kalkması demekti.
İnançlarına katı şekilde bağlı olanlar birden hareketlenmişti. Kısa süre sonra uğultu gürültüye dönüşmüş; kargaşa oluşmuştu. Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Bazıları tepkilerini artırıp şairin üzerine yürümüştü. Onlara göre bu şair büyücü ve yalancının tekiydi besbelli.
Peygamber beklentisi içinde olan bazıları sözlerdeki derin gerçeği fark etmiş; şairi sahiplenmiş; onu korumaya çalışmıştı. İşte yine hakikati söylediği için bir şair linç edilmeye kalkılmış; onu savunmaya çalışanlar da yara almıştı.
Kargaşa büyüdükçe büyümüştü. İzdihamda Hatice ve Varaka farklı yerlere savrulmuş; birbirlerini kaybetmişlerdi. Çağ kendini kargaşa ve kaostan kurtaracak kurtarıcı beklerken aynı dakikalarda Hatice de çaresizce birinin kendisini bu kargaşadan kurtarmasını bekliyordu.
Az sonra daha önce hiç görmediği 18-19 yaşlarında bir genç kalabalığı yarıp tebessüm ederek yanına gelmiş; ona hiçbir zarar gelmeden tenha bir yere çıkarmıştı.
Hatice’ye bir haller olmuştu. Olayın şokunu üzerinden atıp kendini toparlamaya çalışırken genç gözden kaybolmuştu. Kendisi hakkında hiçbir bilgisi olmadığı hatta ismini bile bilmediği, yüzünden sevgi, güven ve bambaşka ışıklar akan nezaket timsali bu gencin Hz. Mustafa olduğunu çok sonraları öğrenecekti.
Hatice yavaş yavaş kendine gelirken Varaka da yanına yaklaşmıştı. O da şaşkındı. Hatice nasıl oldu da bu kargaşadan sağ salim çıkabilmişti.
“Sen” demişti: “Nasıl kurtuldun bu kargaşadan?”
Hatice bir çırpıda yaşadıklarını anlatmıştı. Varaka o gün bir daha anlamıştı ki peygamber eşine layık hasletlere sahip Hatice’yi kurtaran son peygamberin ta kendisiydi.
Son Nebinin geleceğini söyleyen şaire karşı takınılan sert tavır ikisini de çok ürkütmüştü. Demek beklenen son peygamber sözün sultanı olacak; insanları etkileyecek; toplumun bozuk inanç ve ahlâk sistemini ve düzenini tamir edecek; bu durum değişimden hoşlanmayan bazılarını rahatsız edecek; kavgalara hatta savaşlara bile neden olabilecekti.
Varaka bütün bunları biliyordu. Evet, son peygamber geldiğinde bazı bahtsızlar onun söz ve davranışlarından rahatsız olacaklar; onu hayaller gören şair olarak niteleyecekler; hakaretler edecekler; ona savaş açacaklar hatta şehrinden süreceklerdi. Bundan dolayı onu kem gözlerden korumak için gördüklerini, işittiklerini kimselere söylememe kararı almışlardı.
Hatice, Varaka’dan işittikleri karşısından daha da şaşkınlaşmıştı. Kendini kurtaran genci tekrar görebilmek için gizliden gizliye çareler aramıştı.
Mecbur kalmadıkça düğün, dernek gibi kalabalıklara katılmayan Hatice gencin buralara uğrama ihtimalini düşünerek katılmaya başlamıştı. Bu düğünlerden birine Varaka ile katılmışlardı. Bir ara O’nu görür gibi olmuşlar; izlemeye almışlardı.
Düğün normal seyrinde devam ederken sıra rakkaselere ve çalgıcılara gelmişti. Çalgıcılar sahneye çıkar çıkmaz garip genci uyku bastırmış; ağacın dibinde uyuyakalmıştı. Çalgı eşliğindeki dans bitinceye kadar da uyanamamıştı.
O gün bir daha anlamışlardı ki, bu genç gerçekten de bekledikleri son peygamberdir. İbrahim Peygamberin Rabbi onu kötülüklerden ve nefsanîlikten korumaktadır.
Kırk yılın hatırası
Hz. Mustafa (sav) soğuk dünyamızı ısıtan güneş, karanlık dünyamızı ışıtan aydı. Hatice o soğuk ve karanlık âlemde dünyaya ayak basmıştı. Ahlâklı, fedakâr, gönlü gibi eli de zengin, yardımsever, şefkatli bir hanımdı. Aklı, iffeti, hayâsı ve edebi ile peygambere eş, cennet kadınlarına sultan olacak nitelikteydi. Yıllardır ruhuna eş olacak, gönlünü aydınlatacak bir sevgili bekliyordu.
O, ışığını güneşten alan aydı. Kırk yaşındaydı. Kırk yıl olmuş fakat hâlâ ruhunun ufuklarında güneş görünmemişti. İç sıkıntılarla koskoca kırk yıl yaşamıştı. Genç, soylu, zengin, güzel, iffetli ve ahlâklı bir hanım olması bütün erkeklerin kalbinin kendisine akmasına sebep oluyor ama o yine de ruhundaki karanlığı, kalbindeki soğukluğu giderecek güneşi bulamadığı için evlenmiyordu. Ne var ki o günkü şartlarda bir kadının kendini koruması, hayata tek başına karşı koyması mümkün değildi. Bu yüzden üç evlilik yapmış; üç evlat sahibi olmuş ama yine de ruhundaki o dipsiz boşluk dolmamış; içindeki o derin karanlık dağılmamıştı. Öyle ki son eşinden boşanmıştı.
Hatice, erken doğan, demekti. Hatice acele etmiş, kışta gelmişti. Ama cennetasa bir bahar onu bekliyordu. Gün gelecek, o güneş, ruhun ufkunda tulû edecek; o güneşten altı çocuk sahibi olacak; dünya bayırı cennet bahçesine dönecek; türlü çile ve sıkıntılara rağmen iki dünyanın güzelliklerini daha bu dünyada tadacaktı.
Aşk tutulması
Dünya, ay ile güneş arasına girdiğinde ay güneşten aldığı parlaklığı kaybeder. Buna Ay Tutulması denir. Hatice kırk yıldır ay tutulması yaşıyordu. Dünya, ruhu ile beklenen güneş arasına girmişti. Mihr güneş, mah ay, demekti. Güneş ve ay birleşirse mihrimah olurdu. Hatice, mah cemaliyle, mihrin gelmesini ve mihrimah olmayı sabırla ve içten içe dualarla bekliyordu.
İnsan yarım yaratılmıştı. Yar’ını bulunca diğer yarısı tamamlanıyordu. Her erkek Hz. Hatice’yi, her kadın Hz. Mustafa’yı arama arzusuyla yaratılmıştı. Mustafalar Hz. Mustafa gibi yaşadığı müddetçe Haticeler gelmiş, onu bulmuştu. Haticeler, Hz. Hatice gibi yaşadığı müddetçe Hz. Mustafalar gelmiş, onu bulmuştu. İş Hz. Mustafa ve Hz. Hatice olmaktaydı.
Hatice’sini, Hz. Mustafa’sını kaybeden neyi kazanırdı... Onları kazanan neyi kaybederdi... Hatice, işte bundan dolayı çok uygun taliplerini kaybetme pahasına, kendine yakışır şekilde güneşi bekleyecekti.
Ay rüyası
Böyle günlerin birinde bir rüya görmüştü Hatice. Gökten pırıl pırıl bir ay inmiş; Mekke üzerinde döndükten sonra Hatice’nin koynuna girmiş; sonra da koltuğunun altından çıkıp bütün âlemi aydınlatıvermişti. Sevinç ve hayretler içinde uyanmıştı.
O gün güneş ufukta görünmüştü. Yakında şavkı aya vuracak; Hatice’nin dünyasını aydınlatacaktı.
Sabahleyin, akrabası, bilge insan Varaka’ya rüyasını anlatmıştı. Varaka güneşin huzmelerinin dünyamıza düşmeye başladığını hissetmişti.
“Şöhreti âlemi tutacak ahir zaman peygamberi, seninle evlenir ve senin zamanında O’na vahiy gelir. Dininin nuru, âlemi doldurur. En önce iman eden sen olursun. O peygamber, Kureyş’ten ve Haşimoğulları’ndan olur…”
Hatice yorum karşısında sevinçten uçacak gibiydi. Kuşların kanatlarında göklere, meleklerin kanadında Âlemlerin Mihr’ine uçuyordu. Artık ona düşen iffet, sabır ve dua ile güneşin eşiğine inmesini beklemekti.
O, servet, soy ve makamın üstün kabul edildiği, yoksulun, öksüzün küçümsendiği bir çağda servet ve üstün bir soy sahibi ailede dünyaya gelmişti. Fakat hiçbir zaman böyle şeylere önem vermemiş; iffet ve şeref gibi insanî ve ahlâkî değerleri her şeyin üstünde tutmuştu. Bundan dolayı kirli bir çağda tahire (temiz) kalabilmiş; zamanın Hz. Meryem’i olabilmişti. Öyle pak, öyle nezihti…
O, rüyaların gücüne inanıyordu. Zenginliği, soyluluğu, aklı, serveti, güzelliği, iffeti, hayâsı ve edebi ile bütün erkeklerin ilgisini çekmesine rağmen o rüya hatırına evlilik tekliflerini reddediyordu. Ukbe b. Ebi Muayt, Ebu Cehil ve Ebu Süfyan gibi kabile reisleri bile kapısından boş dönüyordu.
O, yıllarca iffet, izzet, şeref, haysiyet, dürüstlük gibi sıfatlarla bezenmiş birisini aramıştı. Arayan bir gün mutlaka buluyordu. Nitekim o da bulmuştu. O aradığını rüyada bulmuştu. Bir gün bu rüya gerçek olacak; rüyada ay koynuna girdiği gibi o da Sevgilisi Güneş’in koynuna girecek; orada ebedi bir yuva kuracaktı.
Bir rüya uğruna ya Rab, ne büyük nimetler elin tersiyle itiliyor; ne büyük çileler sineye çekiliyordu.
O, peygamberi hatırlatan ay rüyasını görmüştü. O rüya kalbini O’na mühürlemişti. Bundan sonrası çok kolay olacaktı. “Yıllar sonra nasıl tanıştınız?” diye sorulduğunda çok güzel bir cevabı olacaktı. Rüyalarda tanıştık, diyecekti; hem de peygamber rüyalarında...