Erzurum’da talebeydim onlar ziraat fakültesinde doçenttiler. Zaman zaman karşılaşırdık Kırkıncı Hoca’nın Künbet namıyla maruf dershanesinde. Künbet ne demektir, tarihte büyük adamların evleri vardır, ilim ve irfan dağıtırlar. Kırkıncı Hoca o mütevazi evde bir gün bana demişti, “Himmet Efendi Elli yıldır burayı bekliyorum.” Sadakatinin karşılığını almıştı. Bediüzzaman’ın eserlerinin en büyük yorumcusu ve muzihi idi. Nice küfür dağları ateizm, nihilizm onun konuşmalarının önünde erir ve gelen ilahi bir kimlik kazanır giderdi.
Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, yedi düvel bu millet-i masumeyi, millet-i müsellehayı, millet-i müsliheyi yıkmak istemişlerdi ve başarmışlardı. Onun devamı olan garabet adamlar, Osmanlının lügatini, dinini, kitabını, ezanını, yaşam tarzını dağıtıp adını modernizm koymuşlardı. Ama Allah bin yıl İslama hizmet etmiş olan bu Anadolu insanını Avrupa’nın köhne emelleri önünde heba etmedi. Büyük evliyalar, büyük alimler o ceberut devrinde savaştan fakir çıkmış bir milletin çocuklarını geleceğe hazırladılar.
“Bir şema ki mevla yaka üflemekle sönmez.”
Çanakkale’de sendeleyen imparatorluğu askerleri ile kadeh kaldırıp söven, boğazda kadeh kaldıracaklarını söylüyorlardı ama karşılarında kim vardı? Osmanlının reisi Türk milleti. Onlar aç, susuz, yırtık elbiselerle “Çanakkale geçilmez” dediler ve kimse geçemedi. İlim ve fen, savaş fenni hepsi Çanakkale’de Türk milletinin önünde erimiş gitmiş, o melunlar geldikleri gibi gitmişlerdi.
İşte Kırkıncı Hoca… Sabahları babası ihtiyatla sağa sola bakarak oğlunu ilim tahsiline götürür. Bir gün o çocuk büyük bir alim olur. Batı felsefesini ve münkir ilmini yerle bir eden Bediüzzaman’ın eserleri ile karşılaşır. O Künbet denen yerde insanlar o kitapları okur. Erzurum Üniversitesi açılırken Erzurumlular dinsizlikten şikayet ederler. Bediüzzaman onlara bir cevap gönderir. “Korkmayın bu üniversite benim üniversitem olacak.” Ve zaman içinde öyle olur. Mustafa Özsoy Abi o dersahenin öğrencilerinden idi. Dünyaya tebessüm etmek için gelmişti. Ben onun gülmeden, gülücükten mahrum bir halini görmedim. Hiçbir zaman tebessümden vazgeçmedi. Mustafa seçilmiş demek. Cenab-ı Nebi kitab-ı mübininde büyük peygamberlerini anlatır ve sayar. Onların seçilmişler olduğunu söyler. Mustafa Abi de tam seçilmiş bir adamdı. İnanasım gelmiyor ama gitti işte.
Bir Musafa Abi vardı, mütebessim beşuş
Onu da götürdü şu dünyayı menhus
Cahit Sıtkı
Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kimbilir nerde nasıl kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali o musalle taşında
Yahya Kemal’in ölümü bir başka vecihten anlatın şiiri ile devam edelim…
Sonbahar
Fânî ömür biter, bir uzun sonbahâr olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, târümâr olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir vedâ;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.
Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir;
Günler hazinleşir, geceler uhrevîleşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer tâ iliklere.
Anlar ki yolcu, yol görünür serviliklere.
Dünyânın ufku, gözlere gittikçe târ olur,
Her gün sürüklenip yaşamak rûha bâr olur.
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükûtunu;
Bir başka mûsıkîye geçiş farzeder bunu;
Teslîm olunca va'desi gelmiş zevâline,
Benzer cihâna gelmeden evvelki hâline.
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya,
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya,
Duymaz bu ânda taş gibi kalbinde bir sızı:
Farketmez anne toprak ölüm mâceramızı.
Bediüzzaman’ın Kur’an-ı Mucizül Beyan‘ı anlatan mısralarını alalım.
İşte Rabbimizi bize tarif eden Kuran-ı Hakim, şu kitab-ı kebiri kainatın bir tercüme-i ezeliyesi, şu sehaif-i arz ve semada müstetir künuz-ı esma-i ilahiyenin keşşafı, şu sütur-ı hadisatın altında muzmer hakaikin miftahı, şu alam-i şehadet perdesi arkasındaki alim-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi,
Ve şu alem-i maneviye-i insaniyenin güneşi, temeli, hendesesi, avalim-i uhreviyenin haritası, zat ve sıfat ve şuun-ı ilahiyenin kavl-i şarihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-ı natıkı, tercüman-ı satıı, şu alem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikisi, mürşit ve hadisi, hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat, hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi, beşerin bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkinin asfiya ve muhakkikinin herbirinin meşreblerine layık birer risale ibraz eden bir kütaphane-i mukaddesedir.”
Mithat Efendi döneminde Kur’an’ın tefsir edilmesi olayına karşı çıkan muhtelif efkara cevaplar verir. Ya Bediüzzaman’ın şu cümlesine rastlasaydı, Kur’an-ı Azim ünvanı.
Yukardaki cümlede kırk yan cümle var, her birine bir kitap yazılır. Hocam sen neden Bediüzzaman gibi yazmadın diye Ömer Nasuhi Bey’e sorarlar. O da “benim de kulağıma üflenseydi ben de yazardım” demiş. O Muhit kitabı kırk her cümlesine bir kitap yazılacak bir mücmel cümlede anlatan Bediüzzaman işte bu topraklarda yaşayan millete bu eserleri Allah’ın izniyle sundu. Yahya Kemal bin yıl sürnk hikayemiz diyor bu topraklardaki hayatımıza, eserlerinde onu anlatır.
Bediüzzaman da, “Bin yıl İslamın bayraktarlığını yapan bir milletin çocuklarına silah çekilmez” der.
Rektör olduğunda beni çok aramıştı “Himmet gel Tokat’a.” Gidemedim, nasip değilmiş, Allah ona rahmet etsin bizi de hüsnü hatimeyle göçürsün.
İşte böyle… Kastamonu’nun büyük bir ruhu öteye göçtü, Mustafa Özsoy Abi…
Demek oraya gidiliyor….
Bir muhterem insan dünyadan göçtü, hatıraları ve tebessümü ile yaşayacak ruhlarımızda.