Müminler olarak, güya dünyanın umudu olarak bu topraklarda yaşayan bizler son 5 aydır büyük bir açmaz içindeydik. Müminler arasında sebebi birçoğumuz açısından malum, ama bir kul olarak asla açıklayamadığımız haller yaşıyorduk. Dedikodu, gıybet, iftira, ihanet kol geziyordu aramızda. En mutedil olmasını beklediğimiz büyüklerimiz, ulemamız, ümeramız bile yangına körükle gidiyordu. Anlayamıyorduk.
Dağın arkasından kopan kime ait olduğunu bir türlü tespit edemediğimiz bir çığlıkbizi birbirimize düşürmüş, bu çığlığı atanı tespit edeceğiz diye ortalığı velveleye vermiştik. Evet, o çığlık bir çığ gibi camilere, mescitlere, medrese-i nuriyelere, en çok da evlere, hanelere düşmüştü. Bir ailede anne tarikatçı, baba Süleymancı, büyük kardeş Nur talebesi, küçük kardeş Hoca efendi şakirdi, bir diğeri başka bir dini cemaate mensupken birden Türkiye’yle eş zamanlı olarak evler karışmış, yangın yerine dönmüştü. Bu yangın daha sonra ülke sınırlarını bile aşmıştı. Biz bunları anlayamıyorduk. Zira “zamanla ilginçti.”
Aslında anlıyorduk. Her şey Meyve Risalesinin 4.Mesele’sinden hakkıyla ders ve hisse alamamaktan kaynaklanıyordu. İnsan kalp, beden, ev, mahalle, şehir, ülke, dünya gibi… gibi küçükten büyüğe doğru onlarca daire ile çevrilmişti. Elbette, her dairede bir vazifesi vardı. Ama vazifeler dairelerin büyüklüğü ile ters orantılıydı. En büyük dairede en küçük, en küçük dairede en büyük vazife vardı. En küçük daire olan kalp dairesinde hepimizin başına imanı kazanmak veya kaybetmek davası açılmıştı. Asıl olan bu davayı kazanmaktı. Değil mi ki, “dünya için dünyada kalacağın kadar, ahiret için ahirette kalacağın kadar çalış”, buyuran bir Peygamberin ümmetiydik.
Evet, biz “asıl davayı” bırakmış, başka şeyleri “dava” edinmiştik. “Yalan dünya” davamızda haklı çıkmak için de bizim gibi hasbelkader alnı secdeye gelen başkalarını dava etmiştik. Enemizi, benliğimizi mabut ittihaz etmiş; kalbimizi, aklımızı, nefsimi, hasılı bütün azalarımızı, bütün maddi ve manevi muktesabatımızı, varlığımızı bu davamızda seferber etmiştik. Onun için hak hukuk bilmeden, gıybet dedikodu demeden, yakıp, yıkıp geçiyorduk.
Böyle zamanlarda ancak “büyük birinin”, en azından “içimizden” birinin ölümü bizi kendimize getirebilirdi. O büyük kabustanuyandırabilirdi.
O günlerde bunları düşünürken Caner Kutlu’dan gelen mesajla uyandım. Uzun süredir tedavi gören kardeşi adaşım Mustafa vefat etmişti.
Mustafa 5 yaşından bu yana hastalıklarla mücadele etmiş, dünya lezzeti namına bir lezzet tatmadan duaların kabul edildiği Perşembeyi Cumaya bağlayan gecede Rabbine yürümüştü.
33 yaşında, cennetteki yaşında, cennetmisal bir hayat yaşayarak bu dünyadan göçüp gitti Mustafa. Bizim işlediğimiz günahları işlemedi. Yaptığımız hataları yapmadı. Tattığımız lezzetleri tatmadı. Dünyadan kam almadı.
Mustafa hayatıyla bize Meyve Risalesinin 4. Meselesini ders verdi. En küçük daire olan kalp dairesi ile meşgul oldu. İsmine layık bir şekilde ruhunu tasaffi, kalbini tasfiye ve nefsini tezkiye ederek iman davasını inşallah kazandı.
Bizim çoluğumuz çocuğumuz, evimiz barkımız, malımız mülkümüz, servetimiz saltanatımız vardı. Omuzumuzda bu kadar yumurta küfesi taşıdığımız için elbette bizim bir geçim, onun uzantısı bir de seçim derdimiz vardı.
Bunun için “insanlar sadece bizi sevsinler ve seçsinler” diye başkaları hakkında akla hayale gelmedik iftiralar atmıştık. Herkes bizim değirmene su taşısın,herkes bizden alışveriş etsin, herkes bizim partiden olsun, herkes bizim cemaatten olsun, herkes bizim anladığımız gibi Kur’an’ı anlasın, herkes bizim anladığımız gibi Risale’yi anlasın, istemiştik.
Hedeflerimize ulaşmak için akla hayale gelmedik kişilerle, kuruluşlarla ittifaklar kurmuştuk. Karşılıksız çekler vererek kiminin ümidini, kiminin gönlünü, kiminin ömrünü çalmıştık.Boş vaatlerle, yalanlarla, tevillerle, yorumlarla insanları kandırmıştık.
Sırtımızda yumurta küfesi taşıyorduk. Çok ağır bir borç yükü altına girmiştik. Çok kişinin mükellefiyetini üzerimize almıştık. Üzerimizde çok kişinin hakkı vardı. Biz bunların hakkını nasıl öderiz diye düşünmek yerine “bu işten en az zararla nasıl çıkarız”ın derdine düşmüştük. Bunun için inceden inceye hesaplar yapıyorduk. Kendimize, bizi kurtaracak, yaptığımız haksızlıkları, gıybetleri meşru gösterecek Kur’an’dan, hadisten, olmadı Risalelerden fetvalar arıyorduk. Kur’an’dan, hadisten, İslam tarihinden ve Risalelerden getirdiğimiz delillerle rakiplerimizi bir bir dize getiriyorduk.
Vermemiz gereken hesaplarımız vardı. Ama hesaplar karışmıştıbir kere. Her zaman işler bizim istediğimiz gibi gitmiyordu. Sağda solda “veremeyeceğimiz hesap yok” diyorduk. Ama biz bile buna inanmıyorduk. Hesapları tutturmak için hesabi davranmalıydık.
Kaderin hükmüne boyun eğmek yerine zoru seçiyorduk. Kusurumuzu itiraf, aczimizi izhar etmiyorduk. Biz güçlüydük. Biz hiç kaybeden olmamıştık çünkü. Günahımızı itiraf yerine iftirayı seçiyorduk.
Haklı taraflarımız yok muydu? Elbette vardı. Ama zaman hak hukuk arama değil, haktan feragat etme zamanıydı. Öfkemiz bunu idrak etmemize engel oluyordu.
Biz “aziz, sıddık, mübarek, demir gibi sarsılmaz kardeşler”dik. Ama işte o kadar. Biz Üstadımızın dediği kadar da, Kur’an’ın söylediği kadar da “vefakar ve fedakar” kardeşler değildik. Kardeşlerimiz nefislerine kendi nefislerimize tercih edemiyorduk. Kendimizi dünya nizam verecek Hz. Ömer gibi görüyorduk. Ama “İstemez misin ya Ömer, dünya onların olsun Ahiret bizlerin olsun,” diyen Peygamberimize kulak vermiyorduk.
Biz haklıydık. Mümin kardeşimizin kalbini kırma pahasına hakkımızdan vazgeçmiyorduk. Gün geçtikçe bataklığa biraz daha saplanıyorduk. Kadim düşmanlarımız “el-alem”, “cümle alem” hallerimize gülüyordu. Kardeşimizle birlik olup ortak düşman ilan ettiğimiz bu adamlarla bu sefer kardeşimizi dövmek için işbirliği yapıyorduk. Dün birbirimiz için sarf ettiğimiz güzel sözleri şimdi bir bir geri alıyorduk. Öyle zavallılaşıyorduk ki. Peşimizden giden insanları öyle uçlara sevk ediyorduk ki…
Zor durumdaydık. Dedikodunun, gıybetin, gücün, öfkenin tadını almıştık bir kere. Durumu kurtarmak için yaptığımız manevralar bizi daha çok bataklığa sürüklüyordu. Küçük günahları büyükleri, gıybetleri iftiralar, iftiraları ihanetler takip ediyordu. Sezai Karakoç’un değişiyle yerin merkezi gibi gün gün soğuyorduk kendimizden, birbirimizden, mümin kardeşimizden, en çok da insandan, insanlığımızdan…
Ama Mustafa Kutlu öyle değildi.
Mustafa’nın, çoluğu çocuğu, malı mülkü, serveti saltanatı yoktu. Üstadımız gibi basit bir hayat yaşamıştı. Dünyadan elini eteğini çekmişti. Sırtında bizim gibi yumurta küfesi taşımıyordu. Üstadımız gibi elinde bir sepet, sinesinde imanlı bir yürek taşıyordu. Ben aşkı göğsümde bir kurşun gibi taşıyorum, diyordu Sezai Karakoç gibi.
Kimseden korkmuyordu. Çünkü kimseye borcu yoktu. Kimseye diyet ödemek zorunda da değildi. Zaten kaybedecek bir dünyalığı da yoktu. Rabbinden başka hesap vereceği kimse yoktu. Onun için hesabi değildi. Hesabi yaşamadı. İnce hesaplar yapmadı. Üstadı gibi ne geçim derdi oldu, ne de seçim derdi
Mustafa “seçilmiş” demektir. Rabbim,Efendimiz Mustafa’yı(aleyhissalatu vesselam)seçip bu eleme elçi göndermişti. Efendimiz de (aleyhissalatu vesselam) içimizden Mustafa Kutlu’yu seçti. Dedi ki bize: Seçiminizi yapın. Ya ümmetimden adımı ve namımı taşıyan Mustafa Kutlu gibi kutlu, günahsız yaşayın. Veya gıybet, dedikodu, iftira bataklığında yaşamaya devam edin.
Risale “Nur”du. Biz onu topuz gibi kullanmıştık. Meşrebimize, mezhebimize uymayan müminleri yıkıp geçmiştik. Risaleyi baş üstünde tutmak varken, Risaleyi başımıza siper yapmıştık. Risaleye siper olacakken kendimize Risaleyi siper etmiştik. Seçimlerin galibi kim olur bilemem ama bana göre seçimlerin sonuçları belli.Evet, seçimin galibi Mustafa Kutlu, mağlubu Risaleyi “Nur” olarak değil de “topuz” olarakkullanıp gıybet, yalan ve hatta iftirayı sürdüren bizim gibi basit Risale okuyucuları. Yazık olmuştu o güzelim ihlas ve uhuvvet risalelerine…
Evet, Caner, sen Mustafa’yı kucağına alıp toprağa ve toprağın Rabbine emanet ederken seçim meydanlarını, camileri, cemaat evlerini kirleten biz zavallı insanlar geldi aklıma. Bizlerin hiç biri bu günahlarımızın utancı ve hacaleti üzerimizdeyken Mustafa’nın yerinde olmak istemezdik. Ama Mustafa ve onun hallerine muttali keşfel kuburdan, kabir kaşiflerinden da hiç biri de bizim yerimizde olmak istemezdi.
Sen Mustafa’nın üzerine toprağı serperken Mustafa’nın sandukası, mezarı seçim sandığı gibi göründü bana. Asıl sandık sandukada. Asıl seçim orada. Öyle değil mi Caner Kutlu?
Evet, Caner Kutlu kardeşim; kardeşimiz Mustafa Kutlu seçimini yaptı; Rabbini seçti. Kazanan kendisi oldu.
Ama bil ki; bu aciz kardeşin Mustafa Oral seçimini hala yapamadı. Dünyaya mı, ahirete mi oy vermeli?
Mustafa İslamoğlu“Ben oyumu felakete veriyorum Şeyda” demişti yıllar önce. Bense oyumu kime vereceğimi bilemiyorum hala. Son beş aydır müminler arasında yaşanan şu dedikodu, gıybet, iftira, yalan, suizan furyasını gördükçe en büyük seçim olan imanı kaybetmekten her zamankinden daha çok korkuyorum bu gün.
Anlayacağın, seçimi kaybetmekten her zamankinden daha çok korkuyorum Caner…
Bir de neden korkuyorum biliyor musun?
Hani bazen seninle konuşuyoruz, bazen de yazılar yazıyoruz ya, bu konuşmalarda ve yazılarda belli bir kişiyi, cemaati veya partiyi, destekler veya köstekler nitelikte bir ifade geçer de, konuşmalarımızı duyan, yazdıklarımızı okuyan bir mümin kardeşimizin kalbini kırarız diye çok korkuyorum. Çünkü bizler artık “yaralı bilinç”iz; sular duruluncaya, seçimler bitinceye kadar iflah olmayız.
Sen Mustafa’yı mezara koyarken, İsa Peygamber aklına gelmiş. Önce vefat edersem evlatlarımı Mustafa Oral’a emanet edeyim demişsin içinden. Benim de aklıma Musa peygamber geldi. Ne demişti koyuna Musa Peygamber: Ölüm var, ölüm. Haberin var mı? Bir de, ölürsem evlatlarımı Caner kardeşime emanet edeyim demiştim içimden.
İyi ki de ölüm var Caner. Zira ölüm insanı Rabbine ve Rabbinin sevdiği kullara, dostlara yaklaştırıyor.
Mustafa ölmeseydi, sağlığına kavuşur da ihtimal ki biz faniler gibi günaha girerdi. Buradan bakılınca ölüm Mustafa’ya da rahmet olmuş.
O halde Rabbim hem bize, hem de Mustafa’ya rahmet etsin.
Hem Mustafa’nın, Hem Muhammed Mustafa’nın (aleyhissalatu vesselam) ruhlarına binler fatiha…
Zeyl: İkimizde cenazede ara ara ağladık Caner. Ama yirmi yılık dostluğumuzda biz seninle bir araya gelip hiç ağlamadık. Hep güldük. Bana her hareketin komik geldi. Seni hiç hüzünlü görmedim. İşin içinde Mustafa kardeşimizin vefatı olmasaydı, senin hallerine her zaman güldüğüm gibi mezarlıktaki 40 yaşındaki imamın, 60 yaşındaki müezzinin yaptığı dualara çok gülerdim. Bir gözüm ağladı, bir gözüm güldü. İmam alafranga, müezzinin alaturka. Muhteşem bir düet yaptılar. Fen derslerini bilemem ama ikisinin de sosyalleri çok kuvvetliymiş. O ne müthiş dualardı öyle… Zengin çeşit, zengin içerik…