29 Eylül 1929’da Safranbolu’nun Eflani nahiyesinin Çalışlar köyünde dünyaya gelir. Doğduğu köy velayet bulutlarının üzerinde dolaştığı mukaddes bir beldedir. Bütün nurani rehberler umumiyetle Ali Beyte dayanır hükmü Bediüzzaman’a göre babası Mekke’den gelen Abdüsselam oğullarındandır. Annesi hürmeten dizleri üzerine kıbleye doğru oturan bir salihatı nisvandandır. İlk tesiri başöğretmen Şevket Bey’den alır, Bediüzzaman’dan o bahseder. Bediüzzaman Sungur Bey staj yaparken Denizli’ye sevk edilmiştir.Eflani köylerinde vaizlik yapan Ahmet Fuat Hoca‘nın mantıklı sohbetleri Sungur Bey’in dikkatlerini çeker, namaz konusunda ikna olmak istediği yollu sorular sorur ona. Köyüne öğretmen olan Mustafa Sungur Bey, öğretmenliğe başlamasından dolayı okunan mevlitte hocaya sorular sorar, daha o zaman sorgulayıcı bir zekanın örnekleri görünür kendinde, sabaha kadar soru sorar, ve cevaplar alır.
Köy Entitüsü yılları onun gibi daha nic elerini dine ve dini emirlere şüphe ile bakmayı telkin etmiştir, bu yüzden yaralıdır, hocaya mütemadiyen sorular sorar ve ikna edici cevaplar alır. Şemsettin Yeşil’in kitaplarını okur, ve artık bir musallidir, camiiye gitmeye başlar köylüler ondaki ani dönüşe hayret ederler.Ahmet Fuat Hoca’dan Gençlik Rehberi’ni alır, kendi kendine Kur’an öğrenir.Risalei Nur’un yansıtma özelliği ona akseder ve her gördüğüne yollarının yanlış olduğunu , kainatın sahibi ve verdiği sorumluluklar olduğunu söyler. Ahmet Fuat Hoca’nın sohbetlerini dinler ve yeni bir dünya görüşü içinde inşa olmaya başlar.Şevket Hoca ilk defa ona Bediüzzaman’ın hayatından bahseder. Safranbolu’daki Nur talebeleri ile tanışır. Daktilo ile yazılmış Ayet ül Kübra risaleri onun dünyasında şimşekler çaktırır. Okuduğu Ayet ül Kübra’dan ruhuna hidayet esintileri gelir.Ruhunun en derin köşelerinde izler bırakır cümleler. KececiMehmet Efendi ve Hıfzı Bayram onun nurlarla iştigalini büyütürlür, geliştirirler, okudukca okur ve değişir. Okumanın yanına anlatma gelir ve hızlı bir şekilde nurları yaymaya başlar.Köyünde gençleri toplar onlara Risale dersleri yapar.
Mustafa Sungur, bir mektup yazar, bu mektubu Mustafa Osman Bediüzzaman’a yazdığı mektuba iliştirir ve Bediüzzaman’a gönderir. Onu Üstad’a “ Leyla’nın Mecnun’a olan aşkı gibi Siz’e ve Risale-i Nur’a aşık bir genç diye tavsif eder. “ Mustafa Sungur Bey, Bediüzzaman’a yazdığı mektubunda kendindeki değişimin periyodik akışını anlatır, hakikatleri bulmasına memnun olur, Bediüzzaman’a azami bir hürmet gösterir . Mektuplar vasıtası ile Anadolu’daki Risale-i Nur talebelerin ağını tanır, adeta birbirlerini keşfederler, Bediüzzaman mektupları ile insanları canlandırır, dava ruhunu diri tutar, kitaplar ve mektuplar davanın iki önemli unsurudur. Mektupları okuyanlar büyük birdava ağına katılmış oluyor, kendini haritanın bir yerine koyuyordu. Bediüzzaman ne kadar harika bir teknikle büyük bir davayı büyütüyor ve geliştiriyor, her gün ağa yeni insanlar katılıyor ve ağ gittikçe genişliyor, bir hidayet ağı oluyordu. Sungur Abi’nin ifadesi ile mektuplar manevi bir cereyan taşımaktadırlar, gönüllere hep inşirah verirler, aynı duyguları taşıyan insanlarla bir iletişim ağıdır, moral kaynağıdır, Üstad’dan gelen mektuplardaki selamdan tarifi imkansız bir sevinç duyarlar. “ Bediüzzaman’ın kelimeleri onların ruhlarını genişlendirir.
Bu arada Üstadı rüyasında görür. “Üstad köylerinin camiinden çıkmış cübbe ve sarıklı haliyle bütün haşmetiyle kendisine doğru gelmektedir. Eski bir evin avlusunda Üstad’la karşılaşır ve Sungur Üstad’ı manevi bir babaya kavuşmuş gibi evlat hasreti ile kucaklar.Üstad ona bir kuyuya atlamasını söyler, atlar atlamaz kendini bir muhteşem köşkün önünde bulur. “ Bu havuz Risale-i Nur davasının müşterek havuzudur. Artık o Kevser-i Kur’aniden süzülen havuzdadır. Osmanlıca okuyup yazmayı öğrenir, eserleri çoğaltır. 1947 senesi Eylül ayında Üstad-ı muhteremine kavuşur. Kendisine rastleyen bir katre suyun arkasından ummana varmıştır, “ Celylan la birlikte huzuruna girdik. Elini öpüp oturdum. Yatağında yarı oturmuş yarı yatmış bir vaziyette idi , başında külahı vardı. Üstadımız ikimize parmağıyla işaret ederek SUNGUR BİR CEYLANDIR CEYLAN BİR SUNGURDUR dedi. Benin ona nisbet etmesi bana büyük bir şevk kaynağı oldu.Üstad sorar “Namaz kılıyor musun dedi, “Kılıyorum ama bizimki nerede Sahabininin ki nerede Üstad’ım dedim,tebessüm buyurarak inşallah birgün o da olacak dedi. “ Üstadın arkasında namaz kılmak gibi bir büyük mazhariyete erer, ne mutlu.
Bundan sonra her önüne gelene Üstad’ı anlatır. İkinci defa Üstad’a borç para ile gider, yine arkasında ikindi namazı kılar. Isparta’da Tahiri ve Hüsrev ağabeyler ile karşılaşır. Hüsrev Abi ona “1400 seneden beri ehli imanın beklediği zat gelmiştir” der.
Kastomunu’ya yazdığı bir mektupta Sungur Bey’den “ Küçük Sait “ diye bahsetmesi Sungur Ağabeyi’in ayaklarını yerden keser, o Nur’an küçük kahramanlarından muallim Mustafa Sungur’dur Üstadın dilinde . 1948 ‘de Afyon hapsine girer, 54 nur talebesi ile birlikte Bediüzzaman. Annesinin yanında “Ana bana dua et ben de Üstadımın yanına gireyim “ der.Sofrada hep Medrese-i Yusufiyeye Üstad ‘ın yanına girmek için dua eder , annesi ve ninesi de bilmeden amin derler. Birkaç defa hapse girmek için fırsatlar eline geçer ama bir türlü kimse onu hapse almaz.
Üstad’ı Afyon da görmek ister, hapisten çıkarılan maznunları seyreder. Jandarma kordonu içindeki Nur talebelerinin içine dalar, kah Üstadın yanında kah arkasında görünür. Üstadın yanında Hüsrev arkaya kayar Sungur Abi onun yanında yürür.Üstad ona “Adliyeye yaklaşınca gidersin “ der. Savcı onu çağırır , Sungur Abi “ Beni tutukla derse de yine tutuklamaz, memlekete gittikten sonra der”yine hapse giremez.
Afyon hapsi sırasında Ankara’da deprem olur, olayı Nur talebelerine yapılan zulümle izah eden mektubu Hüsrev Abi’ye gönderir, mektup müsadere edilir ve Sungur Abi tutuklanır, memleketinden alınır , bir müddet sonra hapsedilir. Hapiste onu Zübeyr Gündüzalp karşılar ve Sungur Abi hapse girdiği için “Elhamdülillah “ diye bağırır.
Hapishane günlerini anlatır. “ Afyon Hapsi bizim için hapis değildi. Cennet bahçelerinden bir köşeydi. Cidden büyük bir bahtiyarlık içindeydik, çünkü Hz Üstad’la aynı çatı altında bulunuyor, hiç olmazsa haftada bir kaçamaklı olarak ziyaret ediyorduk.Üstadımızın iltifatları ruhumuza gıda olur, ölüm de gelse pervasız koşarız gibi bir metanet elde ederdik. “
1948 yılında Afyon Hapsinde çekilmiş bir resim var. Toplam sekiz kişi , dördü ayakta dördü ise çömelmiş durumdalar. Resim okumak bir sanattır, eski püskü elbiseler içinde devre ve dehre, istibdada başkaldırmış, duruşları ile büyük bir metanet ve fütursuzluk gösteren bu şahıslar insanlık tarihinin önemli kişileridir. Bediüzzaman onlara ne kadar büyük bir direnç ve metanet vermiştir, dünya o duruşların yanında küçülmüştür. Düşünce tarihinin, sanat tarihinin , felsefe ve edebiyat tarihinin büyük adamlarının birlikte resimlerini görürsünüz, o metaneti ve kayıtsızlığı hiçbirinde göremezsiniz. Planlı bir şekilde devleti ebed müddeti yıkmış , sonra da onu ayakta tutan dini mübini yıkmayı kendine gaye edinmiş sözde modern zavallılara bu duruş bir biz varız, Bediüzzaman ve bizim nurani heykellerimiz var, hiçbir şey yapamayacaksınız diyorlar ve bu gün artık dedikleri doğru , o eski püskü elbiseli kahramanların yanlarında cüce kaldığı adamlar kabirde, bu kahramanlar da kabirde. Hele Ahmet Feyzi Kul’un ileriye bakarak kameraya bakmaya tenezzül etmeden duruşu cidden bir haşmet ve heybet duruşu. Bu Bediüzzaman güneşinin etrafında yer almış olan seyyareler ve gezegenler topluluğu , nasıl bir merkezkaç gücü meydana getirip dünyayı etraflarında döndüreceklerini ve döndürdüklerini bugün anlamak zor değil. Nerdesiniz bu adamlar hapislerde zulme maruz kalırken bugün başka iddialarda bulunanlar. Hilkatin büyük gayesinin tahakkuku için resmi tahsil ile çok da alakadar olmayan bu şahısların her birinin duruşu bir psikanalitik yorumlar yumağı. Sungur Abi’nin masumiyeti , Zübeyr Abinin rüzgarlara zulümlere ilgisiz duruşu , hele Nazif Çelebi’nin duruşu , küfür kendine dikkat et bak gelirim demesi Mehmet Tabancalının Ahmet Feyzi Kul ve Nazif Çelebinin birbirleri ile kol kola girmeleri , ne kadar bin yüz onbiri benimsediklerini gösterir. Selahattin Çelebinin meydan okur gibi duruşu , İbrahim Fakazlı’nın temiz nasiyeti ve mütebessim yüzü , neler söyleyeyim neler…
Osmanlı imparatorluğunda meşruti veya cumhuri idareyi getirmek için Belgrad ormanlarında bir araya gelen Türkistan Erbabı şebabı neler yaptılar, “bir hışm ile geldi geçti cızır oğlu Mustafa Bey “ der gibi onlar geldi geçtiler. Bunlar geldiler ama geçmeyecekler.
Üstadı görme aşkına bir de falakaya yatırılır, bir süre ayağı kalmamaz , ama o yine metanetini korur. Baba savcıya gelir ve oğlunu çıkarmasını söyler , savcı bir kağıda “ Ben nurcu değilim, Bediüzzaman’la ilgim yok diye “ yazsın der. Baba Sungur Abi’ye sevinçle durumu açar Sungur Abi ise bütün ısrarlara rağmen yazamacağını söyler. Bu uğurda başını bile verebileceğini ifade eder.
Mahkemede Ahmet Feyzi kul müdafaatında ki üç ay tahsili olan bir insandır, dünyanın büyük hatiplerini kıskandıracak bir metanetle konuşur.”Sayın savcı bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve ve bugünün ruhuna tercüman olmayan kitapları tavsiye ediyor. Sayın savcı ve onun gibi düşünenler Risali-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı aliyeyi beğenmeyebilirler, tenkid de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz.”
Bediüzzaman Afyon Hapsi’nin o şiddetlil zulmü içinde hem de son derece hasta iken Elhüccetü z Zehra’yı yazar. “İnşallah bunu bir zaman Avrupa’da neşredeceğim “ der. O şartlarda bizim için bunu hayal etmek bile mümkün değildi “ der Sungur Abi.Sungur Abi, 1949 senesinin Nisan ayında hapisten çıkar.Öğretmenlikten atılır. Bediüzzaman ona “ Seni küçük bir köye muallim vermeyeceğim “ der, böylece dediği çıkar, bundan sonra Bediüzzaman ve Risale-i Nur rüzgarının önünde nereye götürseler oraya gider.
Bediüzzaman 20 Eylül sabahı kimse görmeden sabah erkenden tahyile edilir Afyon hapsinden Fayton seslerini duyunca dışarı fırlar Sungur Abi , iki sivil polis ile birliktedir Bediüzzaman. Polislere “ Bunlar Türk milletinin medar-ı iftiharlarıdır” der. Üstad Afyon hapsinden sonra şehirde bir ev tutup Üstadı bekler, Üstad Zübeyr’in bu tutumunu över.
Üstad sabah namazına dört saat varken kalkar, sabana kadar ibadet eder, onların ona hizmet için uyanık olmalarını istemez, “Otuz beş senedir yalnız kalmışım “ yalnızlığının bozulmasını istemez. Geceleri yalnız kalkar ibadetini yapar, namaza dört beş saat kala Hizb ül Ekber’i Nuriye’yi okur, bikr süre ders yapar. “Gece ibadeti için yirmi sene nefsimle mücadele ettim “ der. Van daki hayatında da böyle olduğunu Molla Hamit ve hizmetkarları söyler.Namaz da selam konusunda ise Bediüzzaman” Ben namazdan çıkışta selam verdiğimde sağımda enbiyayı sol tarafımda evliyayı niyet ederek selam veriyorum” der.
Sungur Abi’nin babası oğlunu şikayet eder Üstadın yanına gelerek.Üstad ise ona . Bu hizmetin hukukullah hükmünde olduğunu anlatır, her şeyden önce hukukullahın geldiğini , sonra Resulullahın sonra anne baba hukukunun geldiğini söyleyerek “Sungur Nur’un bir kahramanıdır ve haklıdır” der. “ Baba hiç itiraz etmez. Daha sonra o da Risale-i Nur talebesi olur. Oğluna gıpta eder.
Üstad Ahmet Hamdi Bey’e hitaben bir mektup yazar ve Sungur Abi ile ona gönderir. Sungur Abi daha sonra diyanet işleri başkanına iki takım risale götürür, başkan kabul eder, birlikte kütüphaneye yerleştirirler.Ahmet Hamdi Efendi Üstadı Dür ül Hikmet ‘ten tanır, mektuba ve eserlere memnun olur.Sungur Abi annesini kastederek “ Anam olmazsa ben daha çok hizmet ederdim” i içinden geçirir. Üstad birden “ Kardeşim herkes ruhunu feda eder anasını babasını feda edemez. Bu Sungur var ya hem anasını hem babasını feda etti . Ananı bahane etme” der. Emirdağ’a döner kesintisiz Üstad’la yirmi gün kalır, geceleri otelde yatar, gündüzleri Üstada hizmet eder. Otel parasını Üstad verir , yirmi kuruş. Üstad zaman zaman ona aldanmamak ve çok dikkatli olmak hususunda telkinlerde bulunur, Sungur Abi’yi Ankara’ya gönderir. “Benim yanımda hizmet gümüş ise Ankara’da altındır” der.
Barla’da yüzbaşı iken Üstadı ziyaret etmiş olan Hulusi Bey gelir. Tam yirmi yıllık bir süre geçmiştir. Ona iltifatlarda bulunur, Hulusi Bey ayrılıp otobüse bineceği zaman Sungur Abi’yi arkasından gönderip “Hulusi’ye söyle benden ayrılalı yir mi yıl değil yirmi gün oldu “der, Hulusi Bey ise “ Hakikaten ben de öyle hissettim” der.Hulusi Bey için büyük bir iltifat eder” Nurun miralay bir talebesi (Hulusi ) Urfa’dan Kars’a kadar komünüzme karşı bir set çizdi. Nurlarla Nurdan çıkan mevizelerle komünizmi durdurdu” der. Zübeyr Abi Urfa Ptt memurluğundan ayrılıp Üstadın hizmetine girer, aksi takdirde dayanamayacağını söyler.
Memleketine her gidişte Ahmet Fuat Hoca , Mustafa Osman’ı ziyaret eder ellerini öper, Ahmet Fuat Hoca ise asıl eli öpülecek zatın Kastamonu’daki Mehmet Feyzi Efendi olduğunu söyler.Sungur Abi bir hatırasında Üstadın bir olayını anlatır. “ Eskişehir’de Yıldız Oteli’nin üst katında Hazret-i Üstad’ın hizmetindeydik. Beş adet jet otelin üstünden şiddetle ses çıkararak geçtiyer. Hazreti Üstad gülümseyerek “İnşaallah bunlar bir zaman İlamiyet’e büyük hizmet edecekler” dedi ve ilaveten “Sungur Askeriyede bir ruh var. O ruh benimle dosttur. Bilmiyorum ya o bir kişidir veya cemaattir, sağdır veya ölüdür, velidir veya kutuptur. Bilmiyorum fakat bir ruh var ki o ruh benimle dosttur,” diye beyanda bulundular.
Üstad Eskişehir’den gelen subay ve astsubaylara iyi davranır, bilhassa ordunun üzerinde çok dururdu. Asırlar boyunca Kur’an ‘a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid bayrağını galibane gezdiren hak ve hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun imanlı zabitlerinin her saati bir çok saatler ibadet hükmüne geçtiğini ve imanlı bir subayın her saati çok saatler ibadet hükmüne geçtiğini , her bir saatlerinin 10-20-30 saat ibadet hükmüne geçtiğini belirdirdi.
Gençlik Rehberi mahkemesi olur İstanbul ‘da yıl 1952 , Risale-i Nur davasının arefesi sayılır bu mahkeme. Çünkü Bediüzzaman hayatın içinde ve avukat sayısı biri aşan bir şekilde savunulur, kendisini görmek için gelen üniversite öğrencilerini sorar, “Hayrullah bunlar kim dedi . Ben heyecan dolu titrek sesimle , Üstadım bunlar üniversite talebeleri “ dedim Peki ne için gelmişler dedi . Üstad’ım sizin mahkemeniz için dedim, cevaben gayet derinden bir sada ile Acaaaiip dedi . “ Mahkeme için ise ikibin banknot verseydiy yine böyle bir hizmet yapamazdım “ der.Bunları ülke çapında hizmet veilanat kabul eder.
Üstad Samsun’da çıkan bir gazeteye gönderdiği bir yazı yüzünden gazete ve Üstad mahkemeye verilir. Sungur Abi hapsedilir, Ticani Şeyhi Kemal pilavoğlu ile birlikte. Pilavoğlu Üstad’a iyi kanaatler besler. “ Bekabillah mertebesinin dokuzuncu derecesi ki terakkiyatın son derecesidir, Said Nursi o mertebededir. Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani ‘de aynı mertebede idi . “ der. Pilavoğlu Sungur Abi ve Pilavoğlu’nu hapiste görmeye gelir, Üstad hakkındaki kanaatini sorar. Pilavoğlu “ Efendim ben çok tefsir okudum. Fakat Kur’an’ın hikemiyatını Said Nursi gibi ifade edebilene rastgelmedim” der.
Bediüzzaman “Hapiste iken bile onu Tiflis’e göndereceğim “ der.Kırk yıl sonra Rusya parçalanıp Tifliste dershane açılınca anahtar Sungur Abi’nin eline verilir, vadi tahakkuk etmiştir. Samsun davasından onbir ay hapis yatar. Daha sonra beraat eder. Cezaevinde iken mahkumların ıslahı konusunda Risale-i Nurdan istifadeyle resmi faaliyetlerde bulunur. Dilekçeler mektuplar yazar sorumlulara . Mevye Risalesi, Gençlik Rehberi’ni mahkumlar için gıda , teselli ve ekmek su gibi faydalı bulur .Üstad Isparta’ya geçer 1954 de , Sungur Abi de onun hizmetinde o dünyadan göçünceye kadar bulunur.
Isparta yıllarında Üstad’ı anlatır. “Daima hayattar, hüşyar, günün yirmi dört saatinde budiyetin nenvaıını imtisal eden canlı , dikkatli , faal ve gayretli bir şekilde yaşayan Üstad’a nasıl mukabele edilebilirdi. Devamlı okur, etrafı temaşa eder, canlı ve şevkli yaşardı. Her zaman neşe ve şevk saçardı. Gelen memtupları okur, bize ders yaptırır,seksen yaşında olduğu halde hep canlı bir halet sergilerdi. “ Isparta yılları üçüncü Said dönemidir, Isparta’yı mubarek bulur. Isparta ve civarı taşıyla toprağıyla mübarektir. Isparta’nın medreset üz zehrası ise umum Anadolu Üniversitesi ve Alem-i İslamın darülfünunu olacağını kuvvetle ümid ediyoruz. Onun için ben kabrimi o havalide istiyorum “ der. Üstad kendisine Türklerin zulmetmediğini söyler. “ Ben dikkat ediyorum, kim bana zulmediyor onlar katiyen Türk değillerdi. Çünkü hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler Türklük perdesi altında girmiş başka milletlerdendir ve her milletten ziyade yüksek bir haslet bir manevi kahramanlık Türklerde görüyorum “ derdi. Talebeleri onun hizmetini görürler konakta, Tahiri ve Ceylan genellikle yazarlar. Zübeyr zil çaldıkca Üstadın hizmetine koşar, Bayram evin yemek ve sair işlerine bakar, bazen de birlikte ders okurlar. Isparta’da sürekli ders yaparlar, Arapça Mesnevi’yi Üstad şerheder, bazen dört saat coşarak anlatır, hatıralarını katardı. Ders yapılan evin üst katında kavak ağaçları temaşa eder.
“Bunların temaşasından on sinemadan yirmi tiyatrodan ziyade nefsim lezzet alıyor “ der. Üstad başarılı talebelerine “işte o sarıklı zat odur “ diyerek onları teşvik eder, bir şahsa tahsis edilmemiş , bir prototiptir. Odasında ipe dizilmiş üzümleri seyrederken de “Benim bunları temaşadan aldığım lezzet yemekten aldığımdan yüz kat daha fazladır” der. Talebelerinin davaya sadakatı için “ birbirinize seksen değnek haksız yere vursanız da yine burayı terk edemezsiniz” der. Kendisi için de “Sizi kasemle temin ederim ki biriniz bana en büyük hakareti yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa fakat Hizmet-i Kuraniye ve İmaniye ve nuriyeden vazgeçmezse , ben onu helal ederim, barışıp gücenmemeğe çalışırım” Üstadın hizmetindeki bir arkadaşı ile aralarında bir gerginlik yaşanar, Sungur Abi ben de Ravza-ı Nebi’ye gider ona hizmet ederim der. Birden sema yarılır Ravza-ı Mutahhara ortaya çıkar, Peygamberimiz meydana çıkar ve ona “ Sen Bediüzzaman’ı Türkiye’de bırakıp buraya nasıl gelirsin . Doğru onun hizmetine geri dön “ bu ihtar karşısında şaşırır. Talebelerinden Ahmet Gümüş imam hatip müdürü komünisttir der, “Kardeşim Ahmet o müdür namaz kılıyor mu , biraz düşünüp evet kılıyor der. “Öyle ise o benim kardeşimdir “ der. Arapça Mesneviden dersverirken “Ben sadece size değil bütün Küre-i Arz’a ders veriyorum” der.
Ziyaretçilerine şöyle konuşurdu,
“Ben seni Nur talebeliğine kabul ettim. Fakat bizim bazı şartlarımız var derdi,Birincisi farzları kılacaksın, ikincisi kebairi terk edeceksin, üçüncüsü Risale-i Nur’u okumak , yazmak ve yaymak şeklinde meşgul olacaksın. O zaman ben ne okudum ne yazdımsa sana bağışlanır. Çünkü bizim şirket-i maneviye diye bir kaidemiz var”
1951 de manzum Lemaat’ı Zübeyr Ziya ve kendisine Üstad ders verdikten sonra eserin Sözlerin sonuna ilave edilmesini ister. Hizmet edenleri takdir eder Mehmet kayalar Ankara’ya geldiğinde ona “ Sen şarkın onbinler ülema ve evliyasının yerinde o hizmeti yaptın “ der. Yine aynı zata yazdığı bir mektubunda hizmetimizin Anadoluyla birlikte Avrupa ve Amerika’ya da baktığını söyler. Ankara’da Sözler’in beşbin adet basılmasını büyük fütuhat olarak değerlendirir. “ Fahri Alem’in nazarında cihat ve ubudiyet aynıdır “ der.
On hastalığı bulunduğu halde Kur’an daki şifa ayetlerini bildiğini , ancak onları istimal etmediğini beyan eder, ecrine ve sevabına nail olmak ister. Yıllar sonra Barla’ya döner, Nurun ilk Katibi Şamlı Hafız Tevfik gelir, onu kucaklar. Sekiz sene kaldığı evine girince Şamlı’ya hitaben “Allah ‘a kasem ederim ki şimdi Cennet’ten davet vuku bulsa ben Tevfik’imi almadan gitmem” der. Barla’ya gidişlerinde Bedre’den geçerken Santral Sabri’nin ruhuna Fatiha okumadan geçmez. Zübeyr’e “ Zübeyr sen alaküllihal fenafil Üstad olmaya mecbursun “ der. Talebelerini “Sadakatta Zübeyr, İhlasda Bayram, zekada Ceylan , takvada Tahiri “ diye vasfederdi. Isparta’ya son gelişlerinde bir mektup yazar ve “Aziz sıddık kardeşlerim ve manevi Medreset üz Zehra’nın Nur şakirtleri “ der. Medreset üz Zehra onun yorumunda farklı manaları ve boyutları olan bir ifadedir. Alemdeki bütün eşya ve nesneleri ifadelerine katması ile bir muallimi alemdir. Bir gün bir taşın üzerinde başını kaldırır kainata bakar ve der” Abdülmecit insan kainata bakar da nasıl bilmediği bir mesele kalır. “ Barla’ya geldiğinde Barla denizine ve haşmetli tabiata bakar ve der “ Rahmet-i İlahiye bu mütefekkir yolcuya Said’ine ruhu hoşnut olsun ve hasret çekmesin diye onun ruhen çok alakadar olduğu kainat kitabını burada birleştirmiş. Bağ ve bahçelerde seyran etsin. Dağları ve denileri temaşa etsin, dersini her zaman tazelesin diye onu Barla’ya sevketmiş ve ruhuna makes yapmış”Barla’da Şamlı Hafız Tevfik’e “Senin o zaman nur’un telifindeki yazı ile hizmetin ne kadar ehemmiyetli ise bu zamanda talebelere Kur’an dersi vermen de aynı kıymettedir. “ Van hayatında Molla Hamid ve bir talebeye Üstad elifbadan başlayıp kur’an okumayı öğretmiş . Bir talebesi Seyda bırak bunları demesine karşı “ Yook Molla Resul şimdi bu zamanda Kur’an öğretmek eski zamanda on iki ilmi öğretmekten indallahda daha makbuldur. Çünkü şimdi dinin hayatı bunlardır.”
Barla’da dolaşırken tabiatı temaşa eder, kendinden geçer bazı çiçekleri öper, talebesine yürürken uzak dur der, sonra ben otuz yıl öncesine gitmek istiyordum der, beni yalnız bırakmadın der, garip bir dünya ..Karakavağın yanında suyun başında şemsiye başında 19 mektubun bir kısmını Şamlı ile yazdıklarını anlatır, yağmur altında yazmışlardır.
Üstadımız Barla’da iken Eşref Edip ‘in yazdığı İslamiyet ve Kur’an hakkındaki takdir ve kanatları izhar eden Prens Bismark ve Carlayle gibi kırk küsür ecnebi feylesof için “isimlerini yazın ben bunlaradua edeceğim “ der ve isimler kendine verilir, onları yanında muhafaza eder. Barla’nın güneydoğusunda bir ağaçlaktaki hatırasını anlatır. “ Kardeşlerim otuz sene kadar önce aynen böyle bahar mevsimi idi. Badem ağaçları çiçek açtığı zamanda bu bahçelerde geziniyordum. Birden hatırıma Fensur ila asari rahmetillahi ila ahir ayeti geldi. Ben de okumağa başladım, o gün kırk defa bu ayeti okudum. Ayet bana açılmıştı, hem geziniyordum hem yüksek sesle okuyordum. Akşam geldim, Şamlı’yla Onuncu sözü telif ettik. “ Bediüzzaman kardeşim benim vekilim olmayacak müteaddid vekillerim olacak der. Bediüzzaman “Mele-i alanın hadsizsakinleri bugün Risale-i Nuru alkışlıyorlar “ der.
Eserleri basılırken “ Üstad sevinçli olduğu bir gün ilerde Nur’un bayramlarının geleceğinden söz etti. Hüzünlü bir şekilde “Ben o bayramları görmeyeceğim, ama siz göreceksiniz derdi. Acele ettim kışta geldim, sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz” Hayır evladım Sungur ben görmeyeceğim . Sen o bayramları görecek ve gelip kabrimde bana söyleyeceksin “der.
Son dersinde Kur’an’ın bir dersinin bir nüktesinin beyanını en büyük dünyevi meseleye tercih ederim, der. Şimdi Üstadı ile Sungur’u buluştular. Allah herkese böyle bir mülakat nasib etsin.
Not: Sayın ihsan Atasoy’un güzide çalışmasından özetlenmiştir.