Bunlara müteşabihât denir. Bunların hangi manâya geldikleri yalnız kendilerinden anlaşılmaz. Başka harici bir delile ihtiyaç gösterirler. "Müteşabih"in karşıtı "muhkem"dir. Allah'ın sıfatları, kıyametin durumu, Cennet nimetleri, Cehennem azabı vs. hakkındaki lafızlar müteşabihtir.
Bir âyette; "Allah, sözün en güzelini müteşâbih ikişerli, bir kitap halinde indirdi" (ez-Zümer, 39/23) buyurularak Kur'ân'ın tamamının müteşâbih olduğu belirtilmektedir. Burada müteşâbih, benzeşme anlamında kullanılmıştır (er-Razî, et-Tefsîru'l-Kebîr, Tahran (t.y)., VII,17). Kur'ân'ın baştan sona lafızları, anlatım üslûbu ve manâları biribirine benzetmekte ve birbiriyle uyum içerisindedir. Kur'ân'ın bir âyeti, başka bir âyetiyle çelişmez.
Başka bir âyette ise, Kur'ân-ı Kerim âyetleri muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır:
Bu muazzam kitabı sana indiren O'dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitabın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah'tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: "Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir" derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar ve şöyle yalvarırlar: "Ey bizim kerîm Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!" (Al-i İmran Suresi, 7-8)
Muhkem: Anlamı açık, kesin, ifade ettiği mâna tek olup, açıklanması için başka delile ihtiyaç olmayan demektir. Müteşabih: Birden fazla mâna ihtimali olduğundan, anlaşılması için başka delile ihtiyaç hissettiren, mânası hakkında kesin bir hüküm verilemeyen âyettir.
Müteşabih, şibh (benzerlik) kökünden gelip mânalar birbirine benzeyip içiçe girdiğinden şüpheye yani değişik ihtimallere yol açmayı ifade eder. İnsanın aklının, duyularının sınırlı olduğunu düşünürsek, bu konumda olan insana hitap eden ilahî kelamın müteşabihler ihtiva etmesinin kaçınılmaz olduğu açıkça ortaya çıkar. Müteşabih lafızlarla Yüce Allah, insanlara tamamını kavrayamayacakları meseleleri, teşbihlerle, muayyen bir nisbette, farklı seviyelere göre daha farklı şekilde anlaşılacak tarzda bildirir. Müteşabihlerdeki bu izafî durum, dinin değişmez gerçeklerine zarar vermez. Zira Allah sabit gerçekler olarak, biz yükümlü insanlardan istediği akaid, ibadet, ahlâk ve ahkâma dair esasları muhkem âyetlerde bildirmiştir. Müteşabihlerle ise bazı "nisbi hakîkatleri" bildirmek istemiştir.
Beşeriyetin konumu icabı, dünyada insan hayatında, mutlak hakikatlerden çok nisbî hakikatler daha fazladır. Bir kristal âvizeyi göz önüne alalım. Onun elektrik voltajı, ampullerinin gücü değişmediği halde, etrafında oturanlar, yerlerini hafifçe değiştirince, farklı renkler ve ışınlar alırlar. Bu, âvizenin taşlarının farklı açılar verecek şekilde tıraşlanmasından ileri gelir. İşte Allah Teâla, mahdut lafızlarla, tükenmek bilmeyen mânaları, farklı seviyelerde, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa anlatmak, onları kitabı üzerinde düşündürmek için birçok müteşabih âyet göndermiştir. Bu kaçınılmaz durum, bir zaruretten ileri gelmiştir. Fakat unutmamak gerekir ki teşabüh ve teşbih ile olan benzetmelerde, benzetilen ile kendisine benzetilen arasında bütün yönlerden bir benzerlik aranmaz. Çeşitli yönlerden sadece biri ile olan bir benzerlik dahi, benzetmenin geçerli sayılması için yeterli sayılır. Demek ki müteşabihler hakikî müteşabih ve izâfî müteşabih kısımlarına ayrılır. Bütün çeşitlerinde, müteşabihler bir çok mânalar ifade ederler. Onun içindir ki tefsirlerde çok mânalar verilmiştir. Fakat kesin mânası, Allah'ın ilmine havale edilir.
Bu âyette müteşâbih, muhkem'in karşıtı olarak kullanılmıştır. Muhkem, manâsı apaçık anlaşılan âyetlerdir. Ayrıca "kitabın anası" -ummu'l kitab- olarak vasıflandırılmaları Arap dili açısından diğerlerinin anlaşılmasında başvurulacak kaynak anlamına gelir ve diğerlerinden sayıca daha çok olduklarını gösterir (Ebû İshak es-Şâtibi, el-Muvafakat, Beyrut 1975, III, 86).
Müteşâbihler ise, birden fazla anlama gelebilen veya manâsında kapalılık bulunan âyetlerdir.
Müteşâbihlik ya lafız yönünden, ya manâ yönünden ya da her ikisi yönünden olur.
Lafızda müteşâbihlik ya kelimede, ya da cümlede olur. Kelimenin garip bir kelime olması veya birden fazla anlama gelmesi onu müteşâbih kılar. Cümlede müteşâbihlik ise, cümlenin kuruluşunda takdim-tehir gibi cümlenin üslûbundan kaynaklanan durumdur.
Manâ yönünden müteşâbihlik; Allah'ın sıfatları, kıyamet ile ilgili hususlar gibi insan aklının künhüne varmaktan âciz olduğu hususlardır.
Hem manâ, hem de lafız yönünden müteşâbihler ise; âmm-hâs, nâsih-mensûh ve mübhematu'l-Kur'ân'ı ilgilendiren hususlardır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât fi Ğaribu'l-Kur'an, Beyrut (t.y), s. 254).
Geniş anlamıyla müteşâbihlerin kapsamına yukarıda anlattığımız hususların hepsi girmesine rağmen, özel ve yaygın anlamıyla müteşâbih, Allah'ın sıfatlarını konu alan âyetlerdir.
Kur'ân-ı Kerim Allah hakkında istivâ, vech (yüz), yed (el), ayn (göz) gibi sıfatlardan bahsetmektedir. Allah hakkında kullanılan bu sıfatlar zahirleri üzere mi kabul edilecekler; yoksa te'vil mi edilecekler? Âlimler arasında bu hususlar tartışma konusu olduğundan, müteşâbih derken ilk akla gelen hususlar bunlar olmaktadır.
Selef alimleri bu sıfatları zahirleri üzere kabul eder, te'vil etmezlerdi. Onlara göre bu sıfatları te'vil etmek, meselâ "istivâ"ya "istilâ" demek "vech"e Allah'ın zâtı; "yed"e Allah'ın kudreti gibi anlamlar vermek, bu sıfatları tatîl (işlevsiz kılma) ve onları yok saymaktır.
Selef âlimleri bunu söylerken, Allah'ın elinin bizim elimize benzediğini ya da Allah'ın cisim olduğunu kasdetmezler. Nasıl Allah'ın zat ve sıfatlarını bilmiyorsak, sıfatlarının da keyfiyetini bilemeyiz, derler. İmam Malik'in, "istivâ"nın ne olduğunu soran birine; "İstivânın keyfiyeti akıl ile bilinemez. İstivâ'nın dildeki anlamı ise meçhul değildir. Ayrıca buna iman etmek vacib, hakkında soru sormak ise bid'attir" şeklindeki cevabı meşhurdur (Beyhakî, Kitabu'l-Esmâ ve's-Sıfât, Mısır 1358, s. 408).
Müteahhirûn diye bilinen Ehl-i Sünnet kelâmcıları, bu sıfatları te'vil etmiş ve "onları zahirleri üzere kabul edersek, bu bizi teşbih ve tecsime götürebilir" demişlerdir. (M. Said ŞİMŞEK)
MÜTESABİH AYETLERİ ANLAMADA ÖNEMLİ ESASLAR, MÜTEŞABİH AYETLERİN KUR'ÂN`DA BULUNMASININ HİKMETLERİ VE RİSALE-İ NUR'UN MÜTEŞÂBİHİN TARİFİNE YAPTIĞI KATKI 1
Kur'âna dair ilimlerin en önemlilerinden biri de Kur'ân'ı Kerimdeki müteşabih ayetler meselesidir. Cenab-ı Allah şu ayeti kerimede Kur'ân'daki ayetlerin, bir itibara göre "Muhkem ve Müteşabih" olarak iki kısma ayırır.
"Sana bu kitabı indiren O`dur. Kitab'ın bir kısım ayetleri muhkem olup bunlar onun esasını teşkil ederler. Diğer kısımlar ise müteşabihtirler. Kalplerinde eğrilik olan kimseler onun sadece müteşabihleri ile meşgul olurlar. Bundan maksatları, sırf fitne çıkarmak ve kendi anlayışlarına göre yorumlamaktır. Halbuki onların gerçek manalarını yalnız Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onların manalarını anlamaya çalışmakla beraber, asil maksat ve manalarını Allah Teâlaya havale edip; Allah`ın maksadı ne ise biz ona inandık. Gerek muhkemi, gerek müteşabihi hepsi Rabbimiz tarafından gönderilmiştir..." derler.
Bunu ancak kamil ve öz akil sahipleri düşünebilirler. Ve onlar sözlerini şu duayla bitirirler: "Ey bizim yüce Rabbimiz! doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi yanlışa saptırma, yüce katından bize rahmet bağışla. Şüphesiz sonsuz lütuf sahibi olan ancak sensin." Önce bu ayeti kerimede varid olan muhkem ve müteşabih kelimelerinin manaları üzerinde duralım.
Sibh: Dilde misil, yani benzer demektir.
Bu kökten gelen teşabüh ve iştibah mastarları, biri diğerine benzediğinden ötürü," birbirine karışma ve tereddüde yol açma"manasına gelir. Müteşabih teşabühten ismi fail olup bu vasfa haiz olan kelimeye denir. Bu yönüyle müteşabihat: mutemasilat ve müşkülat anlamına gelir. Bunun mukabili muhkem: sağlam, kesin, vazıh ve net demektir.
Müteşabih lafzı 2
Ancak bu ayeti anlamada müfessirlerin ihtilafı yoktur. Bu ayet Kur'ân ayetlerinin hak ve gerçek olma, icaz vasfını taşıma, belagatta mükemmel olmada birini diğerine tercih etme güçlüğü yönünden birbirine müteşabih yani benzer olduklarını bildirir.
Farklı görüşler demin zikrettiğimiz Ali İmran, 7. ayetinde gecen müteşabih kelimesi hakkında ortaya çıkmaktadır
Kur'ân İlimlerine dair yazılan kitaplarda terim olarak bu iki kelimenin aşağı yukarı ayni maksadı ifade eden değişik tarifleri yapılmıştır. Kısaca muhkem: "Tek manası olan", müteşabih ise: "Birden fazla manaya gelebilen" Yahut muhkem :"Anlaşılması için başka bir delile ihtiyacı olmayan", müteşabih:" Anlaşılması için kendi dışında bir delile ihtiyaç hissettiren" demektir. 3.
Alimlerin görüşleri işin sonunda şuna raci olur: Muhkem, herhangi bir mübhemlik, bir kapalılık olmaksızın, manasına açıkça delalet eden; müteşabih ise, manasına racih, yani ağır basan bir delaleti bulunmayan kelimedir. Böylece usul-i fıkıhta nas ve zahir denilen kısım muhkem kısmına dahildir. Zira nas :"Maksada bizzat kendi sığası ile delalet eden", zahir ise "başka bir karineye ihtiyaç duyulmaksızın bizzat kendi ibaresi ile maksada delalet etmekle beraber mefhumu esas maksat olmayan kelimeye denir. Mücmel, muevvel, müşkül ise müteşabih kısmına dahildir. Zira mücmel; tafsil edilmeye, açıklanmaya muhtaçtır. Muevvel; ancak tevil edildikten sonra delalet ettiği mana bilinen kelimedir. Müşkül ise ; müphemlik ihtiva edip delaleti gizli olan kelimeye denir. 4
Ayetin, "Verrasihun" kelimesinin başındaki "vav"in atıf veya istinaf işlevi bildirmesi çok önemli bir mana farkı ortaya çıkarmaktadır. Atıf içindir diyenler rasih alimlerin de müteşabihlerin yorumunu yapabileceklerini ileri sürerler. İstinaf içindir diyenler müteşabihlerin manalarını yalnız Allah`in bildiğini, rasih alimlerin ise yorumlamayıp sadece "Allah ne murad etmişse inandık" deyip teslimiyet göstermeleri gerektiğini ileri sürerler. Demin zikrettiğimiz ikinci görüşü şöyle ifade etmek daha isabetlidir: Rasih alimler müteşabihleri yorumlar, bununla beraber teslimiyet gösterir ve "Amenna, Rabbimiz ne murad etmişse inandık" derler. İbnu Abbas (r.a)Ve Mucahid`den bu görüş nakledilir. 5 Mucahid: "Rasih alimler, tevillerini bilir ve bununla beraber "Amenna derler" der.
Dahhak:"Rasih alimler müteşabihlerin tevillerini bilirler. Şayet bilmeselerdi nasihini ve mensuhunu helal ve haramını, muhkem ve müteşabihini de bilemezlerdi." Bu fikri benimseyen en önemli isim İmam El-Eşari olup ona göre Ali-İmran 7. ayetinde vakıf yeri "Verrasihune fi`l İlmi" kelimesindedir. Bu görüşü açıklayan Ebu İshak es-Şirazi 6 Nebevi şerhi sahihi Müslim de bu manayı tercih edip derki:"En doğru izah budur. Zira Allah'ın mahlukatının bilemeyecekleri şekilde onlara hitap etmesi akıldan uzak bir iştir: Bu görüşe katılan daha bir çok zat vardır. Selefin ekserisin müteşabihlerin tevillerinin bilinemeyeceği fikrinde oldukları nakledilir. Onların bundan maksadları şu idi: Müteşabihlerin kesin manalarını bilmek, onlardan murad-ı ilahi budur " demek doğru değildir. Yoksa onlar alimlerin o ayetleri tevil etmeye teşebbüs etmeleri doğru değildir, o ayetlerden hiç bir şey anlamamız mümkün değildir" demek istememişlerdir. Zira bu kabil ayetler hakkında kendileri tarafından yapılmış izahlar nakledilmiştir. Müteşabihleri bu itibarla, hakiki müteşabih ve izafi müteşabih olmak üzere ikiye ayırabiliriz. Hakiki müteşabihleri anlamak hayli zor, adeta imkansızdır. Bazı surelerin başındaki huruf-u mukattarat bu kısma girer. Buna rağmen müfessirler bunlar hakkında bile izah getirmeye çalışmışlardır. 7
Kanaatimize göre Kur'ân-ı Kerimde hakiki müteşabihin tek örneği huruf-u mukattaalardır. Muasir alimlerden Mahmud Şeltut da bu fikirdedir. 8
Bazı alimler, müteşabihu`s sıfat denilen ve Allahu Teâlanın bazı şuunatına dair Kur'ân`da varit olan bazı lafızları da bu kısımdan sayarlar. Aslında bunların manaları anlaşılmakla beraber gerçek mahiyetlerini idrak etmek zordur. Buna mukabil izafi müteşabihler çok fazla olup müfessirler kendi ilimleri nispetinde bu ayetleri farklı şekilde tefsir ederler.
Alimler Allah Teâlanın bazı şuunatları hakkındaki müteşabihler konusunda şu hususlarda ittifak etmişlerdir.
1)İmkansız olan zahiri manaları Şari tarafından kastedilmemiştir. Zira bunlar hem bizzat Şari-i Teâlanın diğer kelamlarından hem de akli delillerden anlaşılmaktadır.
2)Müteşabihin makul ve akla yakın tek anlaşılma şekli varsa, onu kabul etmek gerekir. Mesela " Ve Huve Meakum eynema kuntum"ayetinde Allah'ın zatıyla değil ilmi, kudreti, iradesi, işitme ve görmesi ile beraber olduğunun anlaşılması gibi. Alimler bunun dışındaki hususlarda ise ihtilaf etmişlerdir.
a)Selef: Allah'ı, müteşabihlerin imkansız olan zahiri manalarından tenzih ederek, onların gerçek manalarını Allah`a havale etme yolunu tutmuşlardır.
b)Halef:Müteşabih lafızları lügatte yeri olan ve Şer`an ve aklen Allah`a layık bulunan bir manaya hamletmek yolunu tutmuşlardır. Bunların delili şudur: İmkan nispetinde şer`i lafızları i`mal etmek, yani onlara işlerlik kazandırmak matluptur. Zira aksi yapılıp ihmal edilir, yani lafızlara işlerlik kazandırılmazsa hayrete, şaşırmaya ve onları tamamen anlamsız bırakmaya yol açar.
Şâri-i Teâlanın kelamına sahih bir mana verme imkanı bulunduğu müddetçe, bu gerekli olur.Zira Alimi Hakimden gelen kelamdan faydalanmak gerekir.;Onu manasız, kısır, verimsiz söz söylemekten tenzih etmek gerekir.
c) Orta yolu tutan mezhebi Suyuti, İbnu Dakiki`l-Iyd`ten nakleder: Te`vil Arap dilinin mantığına yakın ise inkar edilemez. Uzak olursa tevakkuf eder, Allah Teâlayı tenzih ederek hangi mana kastedilmişse ona iman ederiz. Bu tevillerden, Arapların kelam ve konuşmalarından anlaşılan manaları olursa, hiç tereddüt ve tevakkuf etmeksizin bunları kabul ederiz. Mesela Ayette geçen "Cenbillah" tabirini "Allah hakkında,"Onun şanına layık olma" diye tevil etmek gibi. 9
Müteşabih ayetlerin Kur'ân`da bulunmasının hikmetleri 10
Kur'ân ilimlerine dair kitap yazan alimlerimiz, şu hikmetleri zikrederler:
1)İrşad halkasını çok geniş tutmak.
Fahreddin Razi şöyle der:"Kur'ân hem havassı hem avamı dine davet eder. Geniş kitlenin mizacı mücerred hakikatleri idrak etmeye yatkın değildir. Onlar daha işin başında cisim olmayan bir mekanda bulunmayan hatta kendisine işaret bile edilemeyen bir varlığa inanmaya davet edilecek olurlarsa bunu kabule yanaşmazlar, kendilerinden "yok" olan bir şeye inanmaları istendiğini düşünürler. Ve inkara düşerler. Dolayısıyla onlara en munasip olan üslup, kendilerinin düşünce yapılarına uygun bazı lafızları kullanmak fakat bunların aralarına açık gerçeği ihtiva eden ifadeleri de yerleştirmektir. İşte birinci kısım müteşabih, ikinci yani açık gerçeği bildiren ifadeler ise muhkem kısımdır.".Bu hikmet, bilhassa ilahi sıfat ve şuunat hakkında aşikardır.
2)Allah`in lütfedip zayıf insanlara tahammül edebilecekleri şekilde tecelli etme iradesi.
Zira Allah Teala gerçek sıfatlarıyla tecelli etseydi insan helak olurdu. Hazreti Musa Aleyhisselam gibi peygamberlerin en büyüklerinden biri bile Allah`in bir tecellisine tahammül edemeyip düşüp bayılmış, bu tecelli dağı paramparça etmişti. 11
3)Aklın önemine dikkat çekme .
Kur'ânin hem muhkem hem müteşabih ayetleri ihtiva etmesi sebebiyle okuyucu, akli delillere başvurma ihtiyacı hisseder. Böylece taklit karanlığından kurtulur. Bu, aklın mevkiini yüceltme ve önemine dikkat çekmedir. Kur'ânın hepsi muhkem olsaydı insan akli delillere ihtiyaç duymaz dolayısıyla akıl mühmel kalırdı. 12
4)Aklı ve anlayışı mahdut olan insana mutlak hakikatleri anlatma ihtiyacı.
Allah müteşabih ayetleri bizi hidayet ve irşat etmek için vesile kılmıştır. Müteşabih lafız, hakikate tam tamına mutabık olmasa da, çeşitli vecihlerden bir vecihi ile ona tetabuk eder, yani benzer. Mesela bir topluluğa hiç görmedikleri bir şeyi anlatırken onlara o şey gerçek sekliyle değil, bildikleri bir şeye benzetilerek anlatılır. İnsanın, müteşabih lafızlardan gerçeği bütün yönleriyle anlaması pek zordur. Mü`min alim, müteşabih ayetlerin Allah katından geldiklerini ve bildirdikleri hakikate tam manasıyla delalet ettiklerini bilir. Allah tarafından gelen gerçek olduklarına iman eder, Ve lafızları zorlamaksızın, kendisi için bir fikir ve bilgi edinir. 13
5)İlmi araştırmayı tesvik.
Alimler Kur'ân'ın saklı taraflarını, gizli güzelliklerini araştırıp öğrenmeye böylece teşvik edilmişlerdir. Bu sayede alimlerin maharetleri ortaya çıkar, fikirler dondurulmaktan kurtarılır, fazilet dereceleri tezahür eder. Kur'ân'ın hepsi muhkem olsaydı alimler ve sıradan insanların farkları kalmazdı.
6)Kulları ilahi ilim karşısında hadlerini bilmeye yöneltme.
Allah Teâla insanları tevazua yöneltmek, kendi mutlak ilmi karşısında acizlerini ve kulluklarını hatırlatmak, onları imtihan edip denemek, teslimiyet göstermeye yöneltmek istemektedir. Allah`in ilminde ve kitabında olan her şeyi alimlerin bilmeleri gerekmez. İlim ehlinin, tek tek bilemedikleri nice şeyler bulunur. Muhammed Abduh bu konuda şöyle der:"Allah müteşabihleri, kendisini tasdik konusunda kalplerimizi imtihan etmek için indirmiştir. Kitapta varid olan her şey zeki olsun, aptal olsun hiç kimsenin tereddüt etmeyeceği tarzda vazıh ve anlaşılır olsaydı, onlara iman etmede Allah`ın emrine itaat ve resullerine teslimiyet gösterme manası kalmazdı." 14 Kendi bildikleri dil ile inmesine rağmen alimlerin bu acizleri, Kur'ânın Allah katından indiğinin bir delili olur.
Bu hikmetlerin çoğunu Fahreddin Razi`den nakleden Zerkani sonunda der ki:"Bu hikmetlerin bir kısmı, müteşabihlerin muayyen bir kısmında tahakkuk eder. Fakat yekunu, ancak yekunde tahakkuk eder. Bu da,verilen bu izahatın geçerliliği için yeterlidir." 15
Risale-i Nur Külliyatı'nda Müteşâbihlere Bakış
Bediuzzaman (r.a.)'in Kur'ân ilimleri arasında en fazla önem verdiği hususlarda birinin müteşâbihât olduğu söylenebilir. Onun izah etmeğe çalıştığı müteşâbihler, izafi müteşâbihler dediğimiz kısımdandır. O izafi vasfını kullanmasa da, yaptığı açıklamalardan bu durum kesinlikle ortaya çıkmaktadır. Zira Kur'ân'ın bütün nesillere ve çok farklı seviyelere hitap edip müfessirlerin ilmi kapasitelerine göre ayetlerin külli mânâlarının cüz'iyâtlarını anlayabileceklerini, bütün o mânâların umumen murad ve maksud olup ayetin hakiki veya mecazi mânâları olduğunu bildirir. 16 Bu tesbitimizin delili olarak şimdilik bu kadarla yetiniyoruz. İlerki sayfalarda yapılacak nakillerde bunun başka delilleri de görülecektir.
Bediüzzaman müteşâbihleri açıklamaya önem vermesi muhtemelen şunlardan ileri gelmiştir:
a) Müteşâbihler, düşmanlar bir tarafa dostların çoğu tarafından bile layıkıyla anlaşılamamaktadır. b) Kur'ân'ı Kerimin icazını ispata vesile olan bir çok ayet, müteşâbihler arasında yer almaktadır. c) Müteşâbih ayetler Kur'ân'ın hitap dairesini genişleterek ona, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere ve çok çeşitli seviyelerde özellikle hitap etme imkanı vermektedir.
Bu önemli meselelerin Üstada Nursî'nin bilgi alanını oluşturacağını beklemek çok normaldır. Zira o Kur'ân hakkındaki şüpheleri dağıtmaya, onun her nesilin mürşidi olmasına, insanların fikirleri üzerinde mutlak hakimiyet kurmasına ihtimam göstermektedir. Onun müteşâbihleri ele alması çeşitli şekillerde tezahür etmektedir.
Müteşâbihin tarifine yaptığı katkı.
O şöyle der: "Müteşâbihât denilen Kur'ân-i Kerim'in uslûpları, hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için âvâm-ı nasın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür." 17 "Müteşâbihât dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşâbihât, ince hakikatlere sûretlerdir."(aynı yer). Bu katkı son derece önemlidir. Zira meşhur tariflerde müteşâbihlerin bu işlevlerini görmek kolay değildir. Oysa müteşâbihin dürbün veya numaralı gözlüğe benzetilmesi çok geniş bir muhatap kitlesine gerçeği kolaylıkla anlatmaktadır. Geniş kitle böylece anlar ki, müteşâbihler ilk nazarda zor anlaşılır veya kesin mânâları tercih etmek zorlaşır. Onlar tıpkı numaralı gözlüğe benzer. Gözü sağlam olanlar onda tuhaflık bulurlar, fakat böyle özel bir durumu olanlar gerçeği ancak böyle bir alet vasıtasıyla görüp ancak onunla hakikatten istifade edebilirler. Gözlüğe muhtaç olanlar da hayatta karşılaştığımız üzere oldukça fazla olup istisna durumunda değildirler. Bu yönden de gözlük misali pek uygun düşmüştür. Müteşâbihlerin istiarelerin bir kısmını teşkil etmesi belağat ilminin bir unsuruna yer vererek tarife katkıda bulunmakdadır. Müphem gibi görünen müteşâbihlerin, aslında pek derin belağat yönü bulunduğunu, aynı zamanda onların ince hakikatlerin suretleri olduğunu, o şeffaf perde arkasında gerçekleri ortaya koymaktadır.
2) Müteşâbihlerin kapsamını genişletmesi.
Bediüzzaman'ın anlayışına göre müteşâbihler, Kur'ân-ı Kerimde bir çoklarının zannettiklerinden daha fazla bir yekun tutmaktadır. Zira Kur'ân'ın hitap sahası çok geniştir. O kıyamete kadar gelecek bütün insanlığı irşad için gelmiştir. Ona göre Kur'ân'ın âyetlerinin sarih mânâlarının altında müteaddid mânâ tabakaları vardır. İşarı ve remzi mânâlar da bu tabakalardandır. İşarı mânâ da bir külli olup onun da her asırda cüz'iyâtı ve ferdleri vardır. Bu cüz'iyât bu mâsadaklar Kur'ân'ın mevkiine zarar vermek şöyle dursun bilakis onun icaz ve belâgatına hizmet ederler. 18
Bir başka yerde de şöyle yazar: "Kur'ân-ı Hâkim'in cümleleri birer mânâya munhasır değil; belki nevi beşerin umum tabakalarına hitap olduğu için her tabakaya karşı birer mânâyı tazammun eden bir külli hükmündedir. Beyan olunan mânâlar o külli kaidenin cüz'iyâtları hükmündedirler. Her bir müfessir, her bir ârif, o külliden bir cüz'ü zikrediyor. Ya keşfine ya deliline veyahut meşrebine istinad edip bir mânâyı tercih ediyor. Mesela ehli velayetin ehemmiyetli virdlerinde zikir ve tekrar ettikleri: Merecal Bahreyni. 19 "Allah iki denizi salıverdi ki o denizler birbirleriyle karşılaşırlar. Aralarında ise bir engel vardır. Birbirine karışmazlar." Cümlesinde daireyi vucub ile daireyi imkândaki bahri rubûbiyet ve bahri ubûdiyetten tut, ta dünya ve âhiret bahirlarına ta âlem-i gayb ve âlem-i şehâdet bahirlarına ta şark ve garb, şimal ve cenûbtaki bahri muhitlerine, ta bahri rum ve fars bahrine, ta akdeniz ve karadeniz ve boğazına "-ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-" Ta akdeniz ve bahri ahmere ve Suveyş kanalına, ta tatlı ve tuzlu sular denizlerine, ta toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle üstündeki tuzlu ve muttasıl denizle, ta Nil ve Dicle ve Fırat gibi büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizlerle onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar mânâsındaki cüz'iyâtları var. Bunlar umumen murad ve maksat olabilir. Ve onun hakiki ve mecâzi mânâlarıdır. 20
Bu demek değildir ki Kur'anın mânâları mübhemdir ve onları isteyen istediği tarafa çekebilir. Bilakis maksad şudur: Kur'ân'ın âyetlerinin içiçe girmiş daireler halinde genişleyen mânâları vardır. Bunlar birbirini kesen değil, merkezleri aynı olan dairelerdir. Tıpkı durgun bir havuza atılan taşın etrafında gitgide genişleyen halkaların oluşması gibi. Asıl merkezi mânâ sarih mânâ olup diğerleri genişleyen maksadlar durumundadır. Yahut onlar ağacın genişleyen halkaları gibidirler. Ağaç ne kadar geniş gövdeli olursa o kadar kıymetli olur. Bir ağaca dışarıdan baktığımızda onun gövdesini ve dallarını görürüz. Oysa derinde onun kalın kökleri, daha ötede binlerce kılcalları vardır.
Kur'ân âyetlerinin de sathi, derinliği, kökleri ve kılcalları vardır.
Âyetin uslûbu bütün bunlara şamildir. Ondandır ki, insanlar ilmi seviyelerine göre bu âyetleri az çok farklı şekillerde anlarlar. 21 Tahir İbnu Asur bu hususa etraflı bir şekilde ele alırken ibnu rüşdün 22 Faslu'l-Makal adlı eserinde şu sözünü nakleder: "Müslümanlar ittifak etmişlerdir ki dinde olan bütün lafızların zahiri mânâlarına hamledilmeleri gerekmediği gibi, bütün lafızların tevil ile zâhirlerinden uzaklaştırılmaları da doğru olamaz."
Daha sonra Kutbuddin Şirazi, Gazali, Razi, Ebu Bekr İbnu'l-Arabi gibi zatların tutumlarını numune olarak zikredip şu neticeye varır: "Mahlukların noksanlarından münezzeh olan Yüce Allah'ın kelamının mânâları, hakikate tam tetabuk eder. Binaenaleyh hangi ilim dalı olursa olsun, gerçek olup âyetle de münasebeti kurabiliyorsa insanların anlayışlarının ulaştığı veya ileride ulaşacağı nisbette o ilmi gerçeğin âyetten murat edildiği kesindir.
Arapçada mümkün olan mânânın dışına çıkmamak, delile dayanmadıkça zahiri mânâdan uzaklaşmamak, asıl mânânın dışına çıkıp aşikar bir zorlama yapmamak şartıyla irtibat kurulan mânâ muteberdir. 23
Rasih Alimlerin konumları Bediüzzaman, müteşâbihlerin mânâlarını anlama konusunda rasih alimlere mühim bir görev düştüğü kanaatindedir. Hz. Musa aleyhisselamın Azrail (a.s.)'ın gözüne tokat vurduğuna dair hadisi şerife 24 dair izah getirirken şöyle der: "Fakat hadisin Kur'ân gibi müteşâbihâtı var, ancak havas onların mânâlarını bulabilir." 25 Bir başka vesileyle, Kur'ândaki müteşâbihlerin muhkemat gibi tefsir edilemiyeceğini, onlardaki derin mânâları herkesin anlayamayacağını, tefsir yerine tevil edileceklerini "Ve ma ya'lmu te'vilehu.... Fi'l İlm" 26 sırrıyla Rabbimiz tarafından gönderilmiştir. deyip teslimiyet izhar edeceklerini söyler. 27
Yalnız Kur'ân'ın naslarının ve muhkem âyetlerinin esas oldğunu ve bilhassa Selefi salihinin bildirdikleri zahiri Kur'ân hakikatlerinin esas olduğunu vurgular. Yapacağımız şu iktibas ilk kısmında, onun râsih âlimlerin tutumunu, son kısmında ise fitne peşinde olan ve müteşâbihleri esas maksatlarından başka tarafa çekmek isteyenlerin tutumunu nasıl değerlendirdiğini gösterir.: "Nasıl ki Kur'ân-ı Hakim'in müteşâbihâtı var tevile muhtaçtır veya mutlak teslim ister" 28 demek sûretiyle müteşâbihleri iki kısma ayırır. Bir kısmı râsih âlimlerce tevil edilmelidir. Bir kısmı ise hurufu mukattaâlar gibi mutlak teslim ister.
Müteşâbihlerin belâgata aykırı olmayıp, onun gereği olduğunu bildirmesi
Bazı kimseler müteşâbih ifadeler kullanmayı belâgata aykırı zannedip bunun, belâgatın en ileri derecesinde olan Kur'ân hakkında bir nakısa teşkil edeceğini iddia ederler. Onlara kalsa gerçeği söylemenin tek yolu, tek uslûbu olmalıdır. Onlara kalsa hakikat tekdüze, yeknesaktır. Halbuki; makamın, muhatapların, maksadın farklılığı gibi durumlar farklı uslûbları, değişik anlatım tarzları gerektirirler. Esasen belâgat, halin muktezâsına uygun davranmaktır. Bir çocukla konuşan bir âlim, maksadını ona anlatabilmek için kendisini çocuklaştırmaya çalışması gerekir. Ve bu son derece yerinde bir hareket sayılır. Hatta aksi, tuhaf karşılanır. Kur'ân-ı Kerim bir kısım ince hakikatları anlatırken, insanların zihinlerini o gerçeklerden ürkütmemek için onların anlayışlarına göre, hitaplarında ilâhî tenezzülde bulunup özellikle geniş kitlenin fikri seviyelerine göre ifadeler kullanır. Meselâ Cenab-ı Allah'ın kâinatı yönetmesini kudretli bir sultanın, tahtında kurulup icraatta bulunmasına benzer tarzda anlatır. Bu müteşabihlerden, Allah'ın insanlara benzetme mânâsı kastedilmediği aşikârdır. Zira birçok muhkem ayet bu gerçeği açıkça bildirmektedir. Gerçek şudur ki, Kur'ân bu müteşabih üslupları insanlara derin incelikleri göstermek ve zahirden hakikatler geçirmek için birer dürbün veya numaralı gözlük olarak vermektedir. 29 Bu sırdandır ki beliğler ince hakikatleri tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ederler. Müteşâbihler ince hakikatlerin suretleridir. İnce ve müşkül istiarelerin bir kısmıdır. (Aynıdır) Teşbih ve istiareleri ediplerin bir lüksü saymak büyük bir hatadır. Sıradan bir insanın, ilim ve edebiyatla en az ilgili sayılan tahsilsiz bir köylünün bile bir günde kullandığı ifadelerin içinde en az elli istiare ve teşbih bulunduğu bir realitedir. Cesaretlendirmek istediği kimseye "kuyruk salladığını" söylerken, hoşlanmadığı bazı sözleri söyleyen birini tavsif ettiğinde "gelip içindekini kustu" derken soyu sopu devam eden kimse hakkında "ocağı tütüyor" derken, ağır bir hastalığa giriftar olan birinden bahsederken "ölümle pençeleşiyor" derken ve daha benzeri birçok günlük ifadeleri kullanırken bilerek veya bilmeyerek nice teşbih mecaz ve istiareler kullanmaktadır. Ve çok bellidir ki o bu ifadelerden, kelimelerin hakiki (lafzı) anlamlarını kastetmemektedir. İşte bu yapıdan olan muhataplara, böylesi üsluplar kullanarak hitap etmek belagatın ta kendisi sayılmak gerekir. Bediüzzaman'ın yukarıda yaptığımız iktibaslardan bunu kastettiği anlaşılmaktadır.
Şüphe sebebi sayılan müteşabihlerin Kur'ân'ın icazını isbat vesilesi haline getirmesi.
Merhum Bediüzzaman'ın tenkit sebebi sayılan müteşabihlerin, bilakis Kur'ân'ın İ'cazının delillerinden olduklarını pek güzel açıklamaktadır. Müteşabih ifadelerin bulunmasını ilk anda eksiklik sayanlara karşı şöyle der:
Kur'ân-ı Kerim umumi bir muallim ve mürşittir. Ders halkasında oturanları, bütün bir insanlıktır. İnsanların ekseri âvâmdır. Mürşidin nazarında azınlık çoğunluğa tabidir. Zira âvâma (geniş kitleye) yöneltilen hitabı havas da pek ala anlayıp yararlanır. Fakat durum tersine olursa avam havassa ait ifadelerden istifade edemez. Halk, alışkın oldukları hayal ve ifadenin dışına çıkarak mücerret gerçekleri ve sırf akli kategorileri temaşa edemezler. Ancak kendi hayallerindeki imajları dürbün tarzına kullanarak onların ötesindeki soyut gerçekleri temaşa edebilirler.(Fakat nazarları, hayallerin sûretlerini hasretmek, Cenab-ı Allah hakkında cismiyet ve cihetiyet gibi imkansız şeyleri düşündürebileceği içindir ki Allah Teâlâ, müteşâbihleri doğru anlama gerektiğini önemle vurgulamaktadır.)
a- "Kur'ânda müşkülat vardır" şeklindeki şüpheye ise şöyle cevap verir: "İşkal, yani, müşkillik dedikleri şey ya uslûbun pek yüksek ve muhtasar olmasıyla mânânın çok derin ve ince olmasından ileri gelir. Kur'ân'ın müşkillatı bu kabildendir. Veya ibareye karışık ve düğümlü noktaların bulunmasından neşet eder ki Kur'ân-ı Kerim böylesi müşkilattan münezzehtir.
b-) İleri sürülen şüphelerden biri de şudur: "Kur'ân kainatın maddî yapısına, yaratılışa dair meseleleri müphem geçmiştir". Buna karşı şu cevabı verir: Oluşumu bir ağacı andıran bu kainatta mükemmele doğru bir meyil vardır. Yanı tıpkı bir ağaçta olduğu gibi kainatın bütün cüzleri ve zerreleri kemale doğru yürümektedir. Bu ağacın bir parçası olan insanda da terakki meyli dallanmıştır. Bu meyil çekirdek gibidir ki neşvüneması bir çok muamele ve tecrübeler vasıtasıyla olur, çok fikirlerin mahsullü olan neticelerin birbirine eklenmesiyle gelişir. Böyle bir genişleme çeşitli bilim dallarını doğurur. Bu bilim dalları da basamak basamak gelişir. Bir önceki olmadan bir sonrakine çıkılamaz. Önceki, sonrakine bir mukaddime ve ulûmu mütearife hükmünde olması şarttır.
Bu gerçeğe binaen ancak 20. Asırda gelişmiş bir bilim dalını bundan 10 asır önce yaşamış insanlara ders vermeye çalışmak onların akıllarını şaşırtmaktan, onları gerçeklerden uzaklaştırmaktan başka bir sonuç doğurmazdı. Mesela Kur'ân onlara: "Ey insanlar! Güneşin merkezde durup yer küresinin hem kendisinin, hem de onun etrafında dönmesine veya bir damla su içinde binlerce canlının, mikroorganizmanın bulunmasına dikkat edin de Allah'ın azametini anlayın" deseydi, 10 yüz yıl boyunca yaşamış bütün insanları dini yalan saymaya sürüklemiş olurdu.
"Kur'anda aklî delillere ve fen bilimlerinin keşiflerine aykırı bazı ayetler vardır?" şeklindeki şüpheye karşı ise şöyle der: Kur'ânî Kerim'de takip edilen asli maksat dörttür. Kâinatın mahiyetini anlatmak Kur'an'ın esas maksatlarından biri değildir.
Asıl maksat yaratıcıyı tanıtmaktır. Bunu yaparken de önemli olan, bulundukları ilmî seviyeye göre insanların kâinattaki nizam gerçeğine muttali olup, nizamdan nizamı kuran yaratıcıya ulaşarak, gaye olan tevhide varmalarıdır. Bu nizam fikrine götüren vesilelerin şu veya bu şekilde olması Kur'anın irşad gayesi bakımından pek önemli değildir. 30 Yaratıcının sanatını, kastını, iradesini, nizamını kâinatın her zerresinde bulmak mümkündür, böylece matlup olan nizam fikrine ulaşmak çeşitli yollarla olur. Bunun oluşması nasıl olursa olsun, bizim matlubumuzla doğrudan doğruya bir ilişkisi yoktur. Mühim olan "Kale"de elifin, hıffet sağlamasıdır. Elifin aslı ister vav olsun, ister ya olsun, ne olursa olsun bize tealük etmez. 31
Öyleyse mademki Kur'ân'nın kainattan bahsetmesi delil getirmek içindir, delilin ise müddeadan önce bilinmesi gereklidir. Kur'ânı istidlal makamında: "Ey insanlar! Güneşin zahiri hareketiyle hakiki sükununa ve yer küresinin zahirî sükunuyla gerçekte hareketine ve yıldızlar genel çekim kuvvetinin ve elektriğin harikalarına ve dünyadaki yetmiş element arasında hasıl olan bileşimlere ve bir avuç su içinde binlerce mikroorganizmanın bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi harika şeylerden Cenab-ı Hakkın her şeye kadir olduğunu anlayasınız" deseydi delil müddeadan binlerce defa daha gizli olur onu anlamak daha müşkül olurdu.
4- Bundan sonra müteşabih ifadelerle ilgili şu şüpheye de cevap verir. O şüphe şudur: "Kur'ân'ın bu kabil ifadeleri kullanmasındaki hikmeti anladın. Fakat insanları tevhide irşad gayesi güderken kâinattaki gerçeklere de işaret etmesi gerekmez miydi?: Kur'ân ehl-i tahkiki hakikate ulaştırmak için, karine ve emareler koymuştur. 32
Hakikatlere îmada bulunmaktan da hali kalmamıştır. 33 Meselâ dünyanın donduğunu açıkça bildirmemekle beraber 34 ve daha başka âyetlerde küre şeklinde olup döndüğüne dair işaretler yerleştirmiştir. Fakat Kurân-ı Kerim irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emareler vaz ederek hakikatlere işaretlerde bulunmuştur.
Müteşabihlerin Hikmetlerine Temas Etmesi
Bediüzzaman müteşabihlerin hikmetlerine muayyen bir başlık altında olmasa da çeşitli vesilelerle temas etmiştir. Bunlardan çoğu daha önceki alimlerin işaret ettikleri hikmetlerle takriben aynı olmakla birlikte sonda yazacağımız bir iki hikmete özel olarak kendisi işaret etmiştir.
İrşâd ve Hidayet
"İrşâdın tam ve nafi olmasının birinci şartı, cemaatin istidadına göre olması lazımdır. Cemaât avamdır. Avam ise hakikatı çıplak göremez; ancak kendilerince malum ve me'luf üslûp ve elbise altında görebilirler. Bunun içindir ki, Kur'an-ı Kerim yüksek hakaiki, muteşabihat denilen teşbihler, misaller, istiarelerle tasvir edip cumhura yani avam-ı nasın fehimlerine yakınlaştırmıştır."
Az lafızla çok manaları ihtiva etme
Kur'ân'ın icazını isbat eden mufassal 25. Sözün ikinci sual bölümü içinde yer alan beş lemadan, Kur'ân'ın lafzında, manasında, mebhaslarında, ilminde ve üsluplarında muazzam camiiyetini anlatması bu hikmeti güzelce ıspatlar.
Bütün seviyelere, kıyamete kadar gelecek bütün nesillere hitap etmesi
"Kur'ân-ı Hakimin cümleleri birer manaya muhasır değil. Belki nev'i beşerin umum tabaklarına hitap olduğu için her tabakaya karşı birer manayı tazammun eden bir külli hükmündedir."
Belagat ve icaz gayesine hizmet
"(...) Kur'ân-ı Kerimin o gibi meselelerde ihtiyar ettiği ibham ve itlak yolu, ayn-ı belagat olduğu gibi, yüksek icazını ispata aşikar bir delil olduğunu, gözün kör değilse göreceksin."
Alimleri tevazuya sevketme ve onlara aczlerini anlatma
"Nasıl ki Kur'ân-ı Hakimin müteşabihatı var veya mutlak teslim istiyor." Bu gibi yerlerde bir kısım müteşabihlerin kesin manasını bilmekte alimlerin aciz kalmalarından ötürü teslimiyet göstermeleri gerektiğini bildirmektedir.
Zahiri duyuların idraklerini gözetme
"Çünkü gözleriyle gördükleri şeyleri onlarca bedahet derecesine girmekle onun hilafı onlarca muhaldır. Öyleyse onların hissiyatına hürmeten güneş ve dünyanın gerçek durumunu bilen insanlar, bütün ülkelerde hala "güneş doğuyor, güneş batıyor" demeye devam etmektedir. Zira insan, zahiri dünyaların idraklerinin mahkümüdür. Bu meselelerde belagatın iktizası ibham ve ıtlaktır ki onlara bir şaşırtma olmasın."
Mananın çok ince ve derin olmasından ötürü zeki insanların araştırma şevklerini artırma
"Anlaşılması zor bir kelamın müşküllüğü ya lafız ve üslûbun perişanlığından neşet eder ki bu kısım, beyanı vazih olan Kur'âna yanaşamamıştır. Veyahut mananın dakik, derin veyahut kıymettar veyahut sıradışı ve nadir olmasından güya fikre karşı nazlanmak ve şevki artırmak için kendini göstermemek, kıymet ve ehemmiyet verdirmek ister. Müşkilat-ı Kur'âniye bu kısmındadır."
Kur'ân'ın tazeliğini, turfandalığını korumasına katkıda bulunması
Kur'ân-î Kerim tazeliğini, büyük ölçüde müteşabih ayetler vasıtasıyla korumaktadır. Herşey çok yalın, tek manaya gelebilecek şekilde söylenseydi, diğer kitaplar gibi Kur'ân da zamana karşı mukavemet edemeyip, aşınabilir, bazı insanlar nezdinde "modası geçmiş" sayılabilirdi. "Binaenaleyh şu kadar uzun asırlar boyunca gençliğini, güzelliğini, tatlılığını, yeniliğini muhafaza eden Kur'ân elbette harikadır."
Müteşabihlerin tercümesinin imkansızlığı, insanları acze düşürerek Kur'ân'ın hakiki tercümesinin mümkün olmadığını ıspatlaması
Kur'ân'ı Kerimde müteşabih ifadeler taşıyan öyle yüzlerce ayet vardır ki, buların tercüme edilmesi son derece güç hatta bazen imkansızdır. Zira tercüme edilmeleri halinde mutlaka aslı manaların önemli bir kısmını kaybederler.
Bunlara sadece bir kaç misal verelim 35
"Kur'ân-î Hakimin hakiki tercümesi kabil olmadığını 25. söz ıspat etmiştir. Hem manevî icâzındaki ulviyeti üslûp ise tercümeye gelmez. Manevî icâzında olan ulviyeti üslûp cihetinden gelen zevk ve hakikatı beyan ve ifham etmek pek müşkil." diyerek bu üslûbun tercümesinin mümkün olmadığını açıklar. "Zira elfaz-ı Kur'âniye öyle bir tarzda vazedilmiştir ki her bir kelamın, her bir kelimenin, her bir harfin ve hatta bazen bir sûkununun çok vucuhu bulunuyor. Her bir muhatabına ayrı bir kapıdan hissesini verir." dedikten sonra "Vel cibale evtada 36 gibi müteşabih ayetleri misal verip onların ifade ve ihtiva ettikleri farklı irşadları ayrıntılı olarak açıklar. Sonra muhatabın bu konuda yönelteceği önemli bir soruya cevap verir." Eğer desen: "Geçmiş misallerde ki bütün manaları nasıl bileceğiz ki Kur'ân onları irade tefmiş ve işaret ediyor.
Elcevap: "Madem Kur'ân bir hutbeye-i ezeliyedir, hem mutelif tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün beni ademe hitap ediyor ve ders veriyor. Elbette o muhataplara göre muteaddid manaları dercedip ifade edecektir. Evet İşâretû'l İcaz'da şuradaki manalar misilli, kelimat-ı Kur'âniyenin muhtelif manalarını ilmi sarf ve nahiv kaideleriyle ve ilmi beyan ve fenni Meaninin düsturlarıyla, fenni belagatın kanunlarıyla ıspat edilmiştir. Bununla beraber Ulumu arabiyece sahih ve usuli'd-din ve ehli usuli fıkhın icmaiyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur'ân'ın manalarındandırlar. Kur'ân o manalara derecelerine göre birer emare vazetmiştir. Ya lafziyedir, ya maneviyedir. O maneviye ise, ya siyak veya sibak-î kelâmdan veya başka ayetten birer emare, o manaya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış hatta seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüzbinler tefsirler, Kur'ân'ın camiiyet ve harikiyet-i lafziyesine kat'i bir burhan-ı bahirdir."
Kur'ân hidayet için geldiğini, ihtiva ettiği herşeyin kesin ayan beyan tekdüze ve tek üslûpla olması gerekip, müteşabih ihtiva etmemesi gerektiğini ileri sürmek, ilk anda geçerli görünebilir. Fakat yapılan bu gibi izahlarla müteşabihlerin insan için vazgeçilmez bir gerçek olduğu ortaya çıkar.
Kur'ân-i Kerim'de Rahman'ın, insana Kur'ân'ı öğretmek için beyan kabiliyetini verip sıfatları ezeli ve mutlak olan Allah Teala'nın mahluk ve mahdut olan insanı muhatap edindiği bildirilir. Şu halde ilahi hakikatleri insana anlatmak için gelen Kur'ân'ın müteşabihler ihtiva etmesi vazgeçilmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bediüzzaman Said Nursî, kendi eserlerinden yaptığımız iktibaslarla bu gerçeği pek güzel ve ayrıntılı şekilde açıklamış bulumaktadır. Bu izahla teşabühün maksadı ihlal etmediğini ıspatlamakla kalmaz, bundan fazla olarak müteşabihin varlığının şart olduğunu, asıl yok olmasının maksadı ihlal edeceğini ıspatlar.
Müteşabihler hakkında Üstad Nursî'nin mütealalarına güzel bir netice sayabileceğimiz, muasır bir müfessirin, yani Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'ın şu hükmüyle tebliğimize son vermek istiyoruz.
"Müteşabihler, bazılarının zannettikleri gibi manası olmayan külli bir ibham, tam bir belirsizlik demek değildir". Böyle bir zan büyük bir hatadır. Müteşabih, mühmel bir şey, anlamsız bir söz değildir. Aksine çok sayıda manalar ihtiva ettiği için asıl maksadı ayırt ermemiz mümkün olmadığı için bazılarına mübhem gelmektedir. Müteşabih aslında, beyan nevilerinin bir çoğunu kendinde toplayan bir ifadedir. Hakiki ve mecazi mana, sarih ve kinaye, temsil ve tahkik, zahir ve hafı gibi neviler bunlar arasındadır. "El-Malumu meçhul " diye nitelendirmiştik. Bilindiği üzere bazen anlatımda ibham, belagatın en değerli tezahürlerinden sayılır. Her kişi, her söze muhatab olamadığı gibi beşeriyet de umumiyetle, ilmi-i ilahinin külliyetini anlamaya güç yetiremez.
Dipnotlar:
1 Prof. Dr. Suat Yıldırım, Risale-i Nur'a göre 'Müteşabihat' meselesi.
2 Zumer, 23 ayetinde de geçmektedir.
3 Ezzerkeşi, El-Burhan fi Ulumi`l Kur'ân,1/70.
4 .Suyuti, El-İtkan fi Ulumi`l Kur'ân.2/3; Dr.Subhi Salih, Mebahis 282.
5 Zerkeşi, El-Burhan,1/73; Suyuti, El-İtkan,2/4.
6 O 476/1088) şöyle der: "Allah Teâlanin Kur'ân'da ilmini yalnız kendisine mahsus kıldığı kısım yoktur. Allah alimleri Kur'âna muttali eylemiştir. Zira Allah bu cümleyi alimleri övmek üzere beyan buyurmuştur. Şayet onlar da bilmeselerdi avama dahil olurlardı."(Subhi Salih, Mebahis,282.
7 Bunlar hakkında yapılan çeşitli yorumlar için bakınız: Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü,Ank.1976.s:134/138.
8 Mahmut Şeltut, Tefsiru'l Kur'ani'l Kerim, Kahire. 2.baskı.1960.S:68-69.
9 Suyuti,El-İtkan,2,8;Abdulazim ez_Zerkani, Menahilu`l İrfan Fi Ulumi`l Kur'ân, Kahire.1980,2/286-290).
10 Zumer 56.
11 Araf 143.
12 Zerkani,Menahil.2/284.
13 Abdulmecid Zendani,Tevhidu`l Halik, Cidde. Tarihsiz:413. 5.
14 Tefsiru`l Menar,3/170.
15 Menahil.2/285.
16 Mektubat, 502)
17 İşârâtül İ'caz, s.1230.
18 Sualar, 644.
19 Rahman 19,20.
20 Mektubat 502.
21 Said Ramadan El-Buti, min revai'il Kur'ân.
22 Ölümü: 1198.
23 Tefsiru't Tahriri ve't tenvir, 1/145.
24 Sahih'ul Bahari, Cenaiz, 69 ve Enbiya, 31
25 Mektubat, 513.
26 Ali İmran, 7.
27 Şualar, 883.
28 Sözler, 152.
29 İşarât-ül İ'câz, 1230,1232.
30 Suat Yıldırım, Kur'an-i Kerim ve Fennî Keşifler, s:20-21.
31 Muhakemat, 2034-2036; İşaratu'l icaz, 1230-1232.
32 İşârât, 1228.
33 Muhakemat, 2033
34 Zümer, 5.
35 Zümer 5-67, Yasın 36, Enam 125...
36 Nebe 7, Enbiya 30, Yasin 36.
Sorularla İslamiyet