Spil Dağındaki "Kâinat Sempozyumuna", "canlılar defilesine" katılmalıydınız.
Bir zaman önce önüme hissiyatıma örtüşen şu satırlar düşeverdi:
Hiç “kimse” yok “kimsesiz.”
Herkesin var bir “kimsesi.”
Ben bugün “kimsesiz”kaldım.
Ey kimsesizler “Kimsesi.”
Eskiler, zaman zaman dağlarda mağaralara çekilir, kendi iç dünyalarına rahatlıkla sirayet ederlermiş. Peygamberimizin (asm) Hira günleri hiç unutulmaz. Üstadım Bediüzzaman’ın tevahhuş, bunalım denebilecek zamanlarda mağaralara kapanmak istemesi de beni hep etkilerdi. Benim için çok iyi bir rehber, örnek olmuş Mehmet Fırıncı abimin de Nurtaşı’ndaki odasına, o belki de sahibinin taşıdığı manevi yükten çökmüş yatağına sığınması, saatlerce, bazen günlerce namaz dışında dışarı çıkmaması, mizacıma, halime uyar, beni çok düşündürür, tesir ederdi. Bende de bu kapanışlar, halden kaçışlar, içime dönüşler hep oldu, geldi!
Son yıllarda acz ve cehlimden olacak ki ruhum, “Bu terazi bu sıkleti çekmez...!” diye bağırıyor. Hadisat, insanların, devletlerin hali, iman davasında beraber olmaktan şeref duyduğum dostlarımın bile bu kadar farklı tezahürlerle hâle yansımaları beni ezdi, dizlerimin üstüne çöktürdü.
“Hadisat ziyadeleştikçe Nurların gözüyle bakmak...” tavsiyesine uyup, çoktandır medet arardım. Zaman zaman aynı kaynaklardan beslenen; fırtınalara, tehlikelere kapalı limanlar mahiyetindeki ağabeylerime de sığınıp huzur, şifa, hakikat aradım.
Şehirden, Ramazanı da vesile ederek eneyi kabul etmeyen, edemeyen dağlardan birisi olduğunu sandığım Spil dağının üstlerinde, bin metrelik bir rakımdaki mağara hükmünde bir dağ evine o şaşkın 'ene’m ile beraber sığındım. Daha ilk gecelerde Kamer haşmetiyle tam karşımızdan, ondördündeki, başkasından alsa da, bütün halkası ışıkla, nurla dolu olarak, şevkle etrafı neredeyse gündüz gibi aydınlatarak ortaya çıktı. Adeta bana bağırıyordu. “Benim gibi milyarlarca taş ve ateş parçası cirimleri bir semavi denizde kaptansız, dümensiz, frensiz olarak müthiş bir nizamla, yakıtları bitmezcesine, çok yüksek hızlarda çarptırmadan çeviren bir güçlü Zat varken, neden ümitsizmiş gibi boynunu büküyorsun!” deyiverdi... Ruhumu ve aklımı aydınlatıverdi. Birileri içimi okuyor gibi irkildim, etrafa göz attım. Bütün kainat bir "Sempozyumun Tebliğcileri" gibi manayı harfleriyle avaz avaz ve hikmetle bağırıyorlardı!
Dağlar, “Bugün, otuz-otuz beş santigrat derecenin çok üstünde sıcaklıkta Manisa yanarken, bizim üstümüzdeki serinlik, sana soba yaktıran gece ayazı, “ne kadar kıymetli bir serinlik” dedirtmedi mi? Bizi yaradana fikren taşımadı mı seni! Bugün Beşpınar çeşmelerinden aldığın o soğuk suların binlerce km. uzaklardan, belki taaa Atlas Okyanusundan buharlaşıp, bulutlaşarak, havaya binip gelen, deniz sularını, içimizden süzerek bu kaynak sularının zengin mineralleriyle size takdim edişimizi de anlayamadın mı?” diye kırgın ve gücenmişçesine haykırdı.
Etrafımdaki binlerce çam ağacı adeta birer vazifedar canlı fabrikalara dönüştü! “Bizler sizin ve hayvanların artıklarınız olan karbondioksiti havanızdan temizlerken, o zehirli maddeden size oksijen üretirken de, merhametli Rabbimizi hala idrak edemediniz mi?” deyince utandım.
Bunları biz okumuştuk ama neden böyle anlayamadım diye düşünürken “Gizli bir hazineydim, bilinmek istedim” diyen Sultanlar Sultanının mesajı adeta kâinat sayfasının her tarafında yazıldı!
Sabahın ilk ışıklarında kiraz ağaçları mikrofonlarını ellerine almıştı. "Sizin panel dediğiniz bu yapraklarımızla, klorofil diye bize lütfedilen cihazlarla, kimsenin henüz başaramadığı o karmaşık fotosentezi bizim yaptığımızı mı sanıyorsunuz? Oksijene kavuşmanız yanında, besinlerle beslenmenizin sebebi, bizim gibi aciz cahiller mi sandınız? Saplarımızdaki idrar söktürücülüğün Şafi-i Hakiki dışında birilerinden mi kaynaklandığını sandınız. O renkler, o tadlar, mineral ve vitaminleri biz yapabilir miyiz? İlimleriniz de bunu haykırır iken, bu mutlak Kudret, İlim, İrade sahibi olduğunu kâinat sayfasında gösteren Halıkımızın huzurunda karamsarlık neden? Utanman lazım! Ümitsizlik İslam’da küfür derler! Bunu da mı duymadın? O Zatın kudreti her derde deva olurken, sen gündüzü gece yapmışsın!” diye bana acıyarak, ikaz ettiler...
Kayısı, armut, ceviz ağaçları da onların arkasında bu manaları alkışlayarak adeta tekrar ettiler. Mahcubiyetimi kat kat artırdılar. Rüzgarla sallanan dalları, yaprakları, dile gelen eşcârın, jest ve mimikleri gibi göründü bana!
Ağaçların altında çok kapsamlı, şaşaalı bir defilenin yapıldığını adeta kalp gözüyle, imanım ve iz’anımla müşahede etmeye başladım. Bazen bu köyde geceleri teleskopumla uzaklara nazar ederken, şimdi de yakınlarımdaki bitki ve böceklerin resmi geçidi gibi tahayyül ettim, öyle gördüm. Onların pek çok çeşidinin, mucizâne hallerini, Yaradanlarına arz ederek önümden geçişleri, beni tamamen ayrı bir boyuta taşıdı. Hayal hakikat arası bir halle Canım Peygamberim Hz. Muhammed'e (asm) bütün mahlukatın serfuru etmesi misüllü, onunla mukayese edilemeyecek kadar olsa da, size göre çok zayıf kalsa da, inanın kalp gözü beni cennetlere uzandırdı. Perdeler çok inceldi. O gelinlikler, o çok nakışlı sanatın zirvesinde elbiseler, abiyeler, meyve çiçeklerinin yere düşmüş parçaları arasında yürüyen eşsiz mankenler halindeki bitkilere aşık olurcasına başka bir nezih âleme taşıdılar beni.
Papatyalar değişik gruplar halinde raks ederken, ismini bilmediğim Afrikalılar tarzında Hacda Şeytan taşlamaktan dönerken ritimli yürüyüp ilahiler, telbiyeler söylüyor gibi hissettim onları. İşte şu pembelere bürünmüş merasim kıyafetindeki grup bana yeminle sanki el sallıyor. “Memleketin Kula’da bizim aynı kıyafetteki akrabalarımızı hatırladın mı” dercesine, “aynı ustanın eseri olduklarını” lisan-ı halleriyle haykırdılar.
Kimisi bizim Hacda ayıp olur diye kaçındığımız, başlarını kazımış, kına sürmüşler, rüzgara ayak uydurup zikrediyorlar, hiç de telaş, ümitsizlik emaresi göstermeden, Güneşe “ya nâri kûnî berden ve selâmen” âyetini okuyorlardı!
Çoğunun yağmursuz uzun zaman geçirmeleri, kendini buraların sahibi sananın (!) çevreyi sürmemesi, çapalamaması sebebiyle toprağa girmekte zorlanmış narin kökcükleri “fe gul nadrip, bî âsâkel hacer...” âyâtıyle Halıklarınden yol açmasını talep için, zikre devam ediyor, havanın rutubeti ile, fotosentez maharetinin anında lütfuyla, biraz cılız olarak da olsa, şen şakrak bu defilede yerlerini alıyorlardı.
Beyaz zambaklar, eteş kırmızısı ve pembe hatmi çiçekleri, ismini bilmediğim pek çok çeşit çok ama çok farklı kıyafetlerdeki rengârenk şaşaalı kıyafetler, yeşilin değişik tonlarında aksesuarlar gibi yapraklarıyla esintiye ayak uydurmuş raks ederek arz-ı endam ediyorlardı. Büyük ihtimalle herkesin göremediği sayısız melaike bu müthiş defileyi bütün harikalık ve incelikleriyle temaşa ediyordur diye düşünürken, akıl gözüme hayalen biraz perdeli de olsa göründüler!
Diz çöküp, yakından vitrin seyreder gibi yaprakların, çiçeklerin ve dahi harika hikmetli sırlarla dolu çiçek organlarını, merakla okuduğum kitaplardaki birikimimle tefekkürane hayretle seyrettim. Biletsiz, bedava, toprak üstünde hayretler içerisinde sempozyum-defile karışımı bütün varlıkların katıldığı bir farklı boyutta, zevklere gark olmaya başladım. Keşke içlerine, odun soymuk borularının içine, hücrelerine, mitekondirilerine girebilseydim derken; hayal ve ilim beni oralara taşıdı. Mitoz bölünmeyi bizzat seyretmeye muvaffak olamadım, hücre zarlarının “seçici geçirgenliğini” müşahede edemedim amma, aklen görmek bana yetti. Hayretimden titrediğimi hissettim Elhamdülillah.
Tüccar terzilik yapan bir talebemin işyerinde kumaşları inceleyenlerin konuşmalarını hatırlayıp; bu çiçeklerin vücutlarındaki harika kumaş muadili yapıları, güneşe tahammüllerini, ütülerinin bozulmayışını, gece kapanıp, dürülüp, toparlanmalarını, sabah tekrar terzisiz, aletsiz, ütülü ve hatta kolalı bir hale dönüşlerini hayretle müşahede eder hale yükseldim. O ipciklere nasıl elbise dikilir diye düşünürken farklı türden bir iki arı temsilcisi onların içlerine hortumlarıyla uzandı. Titreyerek bir şeyler emdi. Hiçbir fabrikanın üretemediği o şerbetleri içmek geçti içimden. Hemen ordaki Hanımelinin çiçeklerine uzandım. Arıları rahatsız etmeden iki çiçek kopardım. Diplerinden ipliğinin alt tarafını koparıp emdim! Cennet lezzetlerini tahattur ettirecek lezzetteydi! “Acaba cennette bin kat lezzetlisi nasıldır!” diye düşünmeden edemedim.
Kimisi, insanın dünyaya teşrifi sırasından beri ilmen tahmini yaklaşık 35.000 senedir tohum üretip, paraşütü insandan önce icad etmiş! Nesillerini her tarafta devam ettirmesi, oralardaki canlılarında beslenmesi için tohumlarını ilginç tüycüklü paraşütlerle rüzgara bindirmiş, sevkiyat yaparak çalışıyorlardı.
Defiledeki böcek, bitki vb. isimlerle ünlenen, asla müstehcenliğe cüret etmeyen mucizevî mankenlerin yanlarına dürbünümü ters çevirerek ve büyüteçlerimle yaklaştım. Yapraklara, çiçeklere,tohumlara, anten ve duyargalarla kanatlara, sinek ve arılara, iğnelere, havaya binişlerine, kanat çırpışlarındaki maharetlerine... Kalp ve aklımla nazar ederken, kendimi tutamadım, Rablerinin, hepimizin Rabbinin İlmi, Kudreti, İradesi, Hikmeti, Mezeyyin, Musavvir oluşunun farklı bir tezahürü ile bu mankenleri ellerimle, inciltmeden sevmeye başladım. Yarım asırdır okuduğum, dinlediğim, anlattığım, yazdığım bütün Esma birikimimi bu defilede ihtiyarım dışında mütalaa ettim. Kimseyi sıkmak istemem.
Bu arada yerdeki küçük deliklere girip çıkan sinek-arı karışımı böcekcikleri takip edip onların ağızlarıyla taşıdıkları su veya çamurla inşa ettikleri kümbetleri inceledim. Rububiyetinin ayrı bir tezahürünü görmüş, Musavvir isminin farklı tezahürüne hayretle bakarken, içlerinde onlara rızk taşıyan annelerinin küçücük yavrularının farkına vardım ki içim ürperdi. Arıların kurtçukların her gün 1.100 defa beslediklerini hatırlayıp, annemi hatırladım, hamen bir fatiha gönderdim. Kısa anlatmak gerektiğinden kendimi frenliyorum...
Bunları görecek göz, hakikatlerini anlayacak ruh, beyin, kalp verdiği için; 124.000 Peygamber göndererek bize anlattırdığı için, bilhassa Peygamberimi (asm) Rehberi Ekmel olarak bize lütfettiği için, bize O’na ulaşmada aracı olduğu için de Mevlana, İ.Gazali, İ.Rabbani ve Bediüzzaman Hazretlerine her namaz arkasında yaptığım gibi bin teşekkür ve dualar ettim. Hıçkırıklarım, göz yaşlarımla karıştı. Ulaştığım zevki anlatamam. Bütün bunların Ustasını, Halıkını binbir esmasıyla tanımak, O’nun ilmini, kudretini adeta bizzat görürcesine idrak etmek, beni öyle bir imana taşıdı ki küre-i arz bomba olup patlasaydı, tüylerim ürpermeyecekti. Bu hali Üstadımın Münacaatını okurken de zaman zaman yaşardım. Şimdi tam ihatalı bir boyutta nasip oldu. Şükrettim.
Kalp ve ruhumun müşahedâtına dilim ancak bu kadar tercüman oluyor. Hem Rabbimle aramdaki bu hissiyatın daha fazla ifadesi adaba da uygun değildir sanırım! İnşallah bütün mümin kardeşlerim, bundan daha ince hissiyatlarıyla, cennet gibi şehirlerimizin, Manisa’mızın tabiatında yüksek tefekkürlerle, âli lezzetlere ulaşırlar. Bütün dertlerden uzaklaşıp, rahatlarlar. Bu müthiş sanatkârın güç ve ilmiyle teneffüs ederler. Bilirler ki O Kâdirdir, Alimdir, Sameddir. Gücü her şeye yeter. Hem kaderinde adilane davranır. Rahimdir. Hem âkibet müminlerin muvaffakiyetiyle biter. Ebed bizimdir. İslam, iki cihan saadetine yetecek prensiplere sahiptir. Telaşa hiç lüzum yoktur. Biz emredildiği gibi vazifelerimizi yapıp neticeyi sahibine bırakmalıyız. O isterse o mahvettikleri arzı o zavallıların yüzüne çarpabilir.
Her gününüzün saadet ve bereketle geçmesini dilerim.