Aladağ’ın ateşten çiçeklerine rahmet duasıyla.
Halep’in can ocağında kızıllanan cennet goncalarına selam ile…
Az önce aldım acı haberi. Oysa ne kadar alışmıştık çocuk ölümlerine. Belki sırf “sınır dışı” diye kalbimizden sınır dışı etmiştik o saf acıları, o ateş çiçeklerini. Amansız ateşlerde titreyen sabileri unutuvermiştik. Aladağ’a sıçradı ateş; göğe bakma durağıma… Yeniden söylüyoruz şimdi, taze bir nefesle yineliyoruz vicdanımızdan borç o sesi: “Yazığım geliyor…”
Üstad Bediüzzaman’dan emanet bu söz. Dördüncü Şua’dan. Bendeki adı ‘Vekil Risalesi’ Dördüncü Şua’nın. Çiçeklerin soluşuna esefleniyor Üstad burada. Bu kadar kristalize bir güzelliğin bu kadar kısa ömürlü olması, içinde bir yeri acıtıyor; canının acıdığını saklamıyor. O acıya ses oluyor, o sesi kalbimize nakşediyor. Şu fani dünyada, bunca yarım kalmışlıkla dertleniyor. Bu tamamlanmamışlığın, bu doymamışlığın anlamını sorguluyor. Ruhunu faniliğin rüzgârı karşısında çıplak bırakıyor, kalp üşümesini anlatıyor.
Dördüncü Şua’nın yaklaşık otuz yıldır yüreğimde taşıdığım çığlığıdır “Yazığım geliyordu…” ifadesi. Bir Ankara gecesi, çay kokulu ve nemli bir odada, fısıltıyla eğildi kulağıma Üstad Bediüzzaman: “Bir çiçeğin soluşuna yazıklanmıyorsan, bu satırları duyamayacaksın. Alabildiğine açılmış bir gülün savunmasızlığını görüp ağlamıyorsan, buradaki varlığını anlamlandıramayacaksın.” “Of, yazık! Ah, yazık!" diyordu Üstad. Bu “Âh”ların, “of”ların altında derinden derine hissettiği o ‘vaveylâ-i ruhî’yi dokundurmak istiyordu bana. Galiba, o gece Dördüncü Şua’nın yazarının iç acılarına sırdaş olduğum geceydi.
“Biz zaten Müslümanız” ezberine sığınmıyor. “İman etmişiz bir kere…” diye üstünü kapatmıyor temel acılarının. Nietzsche gibi sorguluyor; düğümleniyor boğazı. Kant’ın ayağına batan dikenleri avuçluyor, hırpalıyor kalbini, heceleri kanatıyor. Var olmanın dayanılmaz ağırlığını alıyor omuzlarına.
Görüyor ki, eksiklik duygusu var herkeste, her şeyde. Duygusu olmayanlarda bile! Kuru dal uçlarının yetimce inleyişlerini duyuyor. Taşların öksüz suskunluğuna dil oluyor. İbrahimce bir ağrının uçurum başında dolaştırıyor ağlayan kalpleri:“Lâ uhibbû’l afilin…” çığlığını yine yeni yeniden duyuyor, duyuruyor.
İnkâr etmiyor; acı var âlemde. Sünger çekmiyor çelişkilere şablon cevaplarla; bir varoluş sancısı almış başını gidiyor. Terk edişler, tükenişler, ayrılıklar, firaklar, feryatlar, ağlamalar… Sonsuzluğa hasret ama ölümlü insan olarak var olmanın çelişkisini duya duya yazıyor. O acıyı d/okuyor hece hece. Dördüncü Şua’da, “Hasbunallahu ve ‘ni’me’l Vekîl” bahsini kendisine yazdıran haleti açık ediyor. “Yeter bize Allah, o ne güzel Vekil’dir” sonucunu arayan sinir uçlarını gösteriyor.
Ayetlerin insanın iç seslerini mukabele olduğunu böyle duymuş olmalı Bediüzzaman… Vahyin insanın beka arayışına cevap olduğunu kaydetmiş, kendi iç seslerini cömertçe dökmüş ortaya, hakikatle yüzleşmeye yüreklendirmiş muhatabını... Gönüllü bir b/akışa kaptırmış muhatabını. Kalbimizin gizli sancılarını, içimizde uyuttuğumuz “eyvah”ları, dünya rüyasına kandırdığımız yetim hasretleri avuçlarımıza bırakmış. Taze balık gibi çırpınıyor heceleri hâlâ elimizde. Yeni doğmuş bahar kelebekleri gibi titriyor bileğimizde toz kanatlı hüzünler. Söz’ün yüreğine koymuş arayışlarımızı.
Şimdilerde anlıyorum ki, Dördüncü Şua’nın o mihver cümlesi, bir ‘Yâ esefâ…” çığlığıdır. Yakub’un[as] ağzından ağzımıza konulmuş bir emanet. “Yâ esefâ âlâ Yûsuf’a…” “Kayıplar içindesin; ey Yâkub yazgılı…” diye sesleniyor Yûsuf Suresi’nden bize. “Kaybını göremeyecek kadar hem de…” “Eyvahsızlığına eyvahlanmalısın asıl!” diye yapışıyor yakamıza. “Yitirdiği Yûsuf’una ‘Yâ esefâ…’ diyemeyenin yitiği Yûsuf’tan fazladır.” “Bu dünyanın acısını duymayanın sılaya dönüşü olmayacaktır.” “Yitiğinin yitik olduğunu unutanın dünyadan nasibi sadece oyun ve eğlence olacaktır.”
Âh bu nasıl bir yürek, o ne ateşli nida… Hayatın közünü avuçlarımıza koymuş da Said Nursî, haberimiz yokmuş meğer. Yana yana yakmaya gelmiş can ocağımızı; lâkin umursamaz olmuşuz; âh! Bir gülün soluşunda, bir baharın vedasında Yûsuf Kıssası’nı okurmuş da duymazmışız; yâ esefâ…
Anladım ki, “Yazığım geliyordu…” itirafı, bir “Lâ uhibbul âfilîn...” nidasıdır. Sanki bu nidaya âşıktır Üstad; her Söz’ü neredeyse bu ağlayışa getirir! İbrahim’in[as] kalbinden kalbimize sancı taşır. Belli ki, İbrahimce bir arayışın yoluna koymak istiyor ağlayamayan kalplerimizi. “Kuşlarınızı geri çağırın…”diyor, ruhlarımıza vurup duran o aşkın kanat seslerini duyurarak. “Ölü kalplerin dirilişi”ni başlatmak istiyor; bizi haşrin seyrine çağırıyor.
Batıp gidenlere, solup düşenlere, arkasını dönüp terk edenlere, sönüp yitenlere ağlayan bir kalbin ‘saraylı kap’ olduğunu söylemek istiyor. Göğsümüze bu ‘saraylı ka[l]p’ konulduysa, cenneti özleyen, sonsuzluğa hasret bu kalp yanımızdaysa, belli ki yitiğimiz var; gurbetteyiz. Uzağa düşmüşüz lâkin bu uzağa düşüş, hayırlı bir tuzağa düşüş. Bizi hayırlı tuzağa düşüren “tuzak kuranların en hayırlısı” yanı başımızda. Yakından da yakın şah damarımızın akışına. ‘Yâ esefâ…”larla bize Kendi varlığını hatırlatıyor; dönüş yoluna gösteriyor. Ne güzel ki, Rabbimizin tuzak kurmaya değer gördüğü biziz. Bünyamin’iz O’nun nazarında. Saraylı olmaya layığız.
Her gülün soluşunda, her mazlumun ölüşünde, her yetimin vedasında, “sılanın yolu”nu gösteriyor bize: “Güvendiğiniz dünya yüklerini boşaltın. O yükleri de, o yükün içinde saklı ‘cennetli kalbi’ de size verene güvenin; mutlak Vekil bilin Beni.”
Elbette, elbette; bu böyle yarım kalmayacak. Gidenlerin yerine Vekil O; hiç terk etmeyecek. Terk edenlerin yerine Vekil O; hep yakınımız kalacak. Solup gidenlerin yerine Vekil O; bize yetti, hep yetecek. Yitirdiklerimizin yerine Vekil O; aradığımız herkesi yanında bulacağız. Ayrılıkların ertesinde bayramdır O; hiç bitmez vuslatlar bahşedecek.
O Vekil’i kalbimizin ağlayışlarını bize duyurarak bulduruyor Said Nursi. İçimizin içindeki o sesi duymamız için hece hece kırıyor kalın kabuklarımızı. “Yazığın gelince, kaçma!” diyor; içindeki sızıyı uyutma, çiçeklerin soluşuyla eseflenişinden utanma, bekayı özleyiş çığlığını susturma!”
O sızıyı, o esefi, o hüzünlü sesi, öyle içten duyuyor ki, öyle teklifsiz duyuruyor ki, yeryüzündeki kırılganlığımızı öylesine açık ediyor ki, o ‘mutlak Vekil’in adını susayanın suyu bulması gibi dokunduruyor dudaklarımıza.
Susarsa insan, su gibi içecek o sesi: “Hasbunall….aaah!“