Ait olduğumuz toplumun buhranları son dönemlerde herkesi farklı etkiledi. Acıyı da mutluluğu da bir arada hissetmeye ve yaşamaya çalışıyoruz. Daha mutlu bir hayatı ararken, belki gerçek mutluluğu da yeniden sorguluyoruz. Peki, insan kendinden yüksek ideallerin peşinden koşarsa daha mutlu bir hayat sürdürebilir mi? Mutluluk katsayısı nasıl artar? Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Kemal Sayar ile ruh sağlığımızı daha iyi kılabilmek için nasıl bir bakış açısına ihtiyacımız olduğunu konuştuk.
Kişinin ait olduğu dini ve milli toplumların buhranı kişiyi nasıl etkiler?
İnsanın ruhsal rahatsızlıklara karşı en önemli koruyuculardan biri de kuvvetli aidiyet hissidir. İnsan kendisini daha geniş bir topluluğun parçası olarak tahayyül ettiğinde, aldığı darbeleri o geniş toplumun içinde hafifletir ve o geniş toplum ile dayanışma halinde olabilecek travmayı daha hızlı atlatır. Psikiyatride de pek çok araştırma, ruh sağlığının iyileştirilmesinde sosyal destek sistemlerinin önemi üzerinde durur. İnsanlar etrafında ne kadar çok insana sahiplerse ne kadar canlı ve birbirleriyle alışveriş içinde sosyal bir muhit içinde yaşıyorlarsa ruh sağlıklarının o kadar iyi olmalarını bekliyoruz.
Şu anda toplumsal olarak sizce nasıl bir sınavdan geçiyoruz? Ruh sağlığımız da olumsuz etkileniyor....
Son siyasi ortamda nefret dili çok körüklendi. Nefret dilinin çok körüklenmesi bazı siyasi figürlerin de hırpalanmasına yol açtı. Rasyonel bir dille konuşma düzeyimiz azaldı. Halbuki siyasette insanlar birbirine düşman değil ancak rakip olabilir. Rakipler yeri geldiğinde düşeni de kolundan kaldırabilmelidir. Centilmen ve hakşinas bir müsabakada bu gereklidir. Bunu gerçekleştirdiğimizde bu sınavdan geçebiliriz.
Artan terör olayları ile ateş düştüğü yeri yaktı. Ama hayat da bir yandan devam ediyor. Vicdanımız yakamızı bırakıyor mu?
Başkaları için döktüğümüz gözyaşı çabuk kurur. Bizi ve yakın çevremizi vurduğu zaman bizi yerimizden oynatır. Oysa bizim görüş mesafemizden sadece televizyonlardan tanık olduğumuz bir acı bizi görece olarak daha az etkiler. Bu vicdan katsayımızla alakalı.Ama vicdanlı bir insan bir başkasının başına gelen derdin takipçisi olur. Kendisini etkilemesine izin verir ve onun acısını dindirmek için gayret gösterir. Bizler aslında kendimizden saymadığımız insanların acısına da dikkat kesilebildiğimiz kadar insanız. Sadece bizden, bize yakın saydığımız insanların değil, bize uzak saydığımız hatta bize hasım saydığımız insanların acısına da dikkat kesilebiliyorsak onların acısı ile de acılanabiliyorsak o zaman vicdanı katsayımız daha yüksektir.
Hayatta acı da mutluluk da hepsi iç içe… Peki insan kendinden yüksek ideallerin peşinden koşarsa ve bu ideallere hizmet ederse daha mutlu bir hayat sürdürebilir mi? Mutluluk katsayısı bununla ölçülür mü?
Mutluluğu içsel huzur olarak tarif edersek eğer, insan yüksek ideallerin peşinden gitmekle mutluluğu yakalama idealine kavuşur. İnsan sadece kendi benine, çıkarlarına ya da kendi kabilesinin çıkarlarına hizmet etmekle tam manasıyla bir iç doygunluk hissi yakalayamaz. Hepimiz kendimizi aşan ve bizimle beraber solup gitmeyecek bir ülkünün, idealin peşinden koşarız. Benim bu dünyadaki varlığım sona erdiğininde de devam edecek bir ideale hizmet etmek isterim. İşte bu aslında pek çok ruhun arayışıdır. Bu yüzden insanlar yardım teşkilatlarına koşarlar, yoksulları doyurmak isterler. Tabii, büyük idealler, büyük kötülük ve sadizmlere de hizmet edebilir. Hitler büyük bir idealin peşindeydi. Fakat bütün bu idealler tarihin gördüğü en acımasız katiller oldukları gerçeğini değiştirmedi. İnsan öyle bir varlık ki kendini yaptığı şeye ikna ediyor. Beynimizde hep kendimize taraf olmamızı sağlayan kısa devreler var. Aklın kısa devreleri bizim yaptığımız şeyin meşrutiyetine inandırıyor. Mesela, yardım eli uzatmak isteyen insan bunun ruhumuzda bir karşılığı olduğunu bilir. İyilik etmenin de ruh da bir karşılığı vardır.
Eğlence düşünceden alıkoyabiliyor
Eğlenceye düşkün bir toplum olduk sanki. Sürekli eğlence ile kalıcı bir mutluluk sağlamak mümkün mü? Ruha iyi gelecek asıl eğlence nasıl olmalı sizce?
Eğlence olarak günümüz toplumunda bilinen şey, ruhu daha derin meselelerden daha yüzeysel konulara alan daha derin meselelerden boşaltan onları bir süreliğine düşünmekten alıkoyan etkinlikler olarak planlanıyor. Televizyon da bunların başında geliyor. Çünkü Tv bizi düşünme zahmetinden kurtarıyor. Tv'deki yarışma ve eğlence programları bir an için bizi alıp bambaşka yanılsamalı bir aleme götürüyor. Dünyanın gerçekliğinden adeta bizi oraya iltica ettiriyor.
AÇIK VE UYANIK BİLİNÇ
Buna uzun saatler ayrılması insaları giderek pasifleştiriyor. İnsanları kendi hayatlarının etkin bir yazarı olmaktan alıkoyuyor. Sosyalleşmeyi ise kendi hayatları üzerinden değil, ekranda gördükleri hayat üzerinden yapmaya gayret ediyorlar. Bu da hayattan yabancılaşmayı ve organik insanlar olmak yerine, giderek sanal karakterlere gitmeyi sağlıyor. Halbuki problemlerle ancak açık ve uyanık bir bilinçle başa çıkabiliriz.
Empati aslında iyi bir anne
Bu açıdan bakmayan kendine dönük yaşayan insanlar da çok var ama… Empati yetenekleri nasıl bu insanların? Bu durumdaki insanlar ruhsal ve duygusal açıdan sağlıksız insanlar mıdır?
Her insan aynı empati yeteneği ile doğmuyor. Anne ve baba çocuğun sadece kendi çıkarları için var olmaması gerektiğini öğütlediyse, bir başkasına hizmet etmenin de büyük bir erdem olduğunu anlattıysa bu tarz insanlar, iyi, merhametli ve daha empatik olur. Tabii doğuştan getirdiğimiz bazı özellikler var. Bazı insanlar empatik anne ve babanın çocuğu olmaları dolayısıyla, beyinlerinde empati merkezi daha gelişmiş olarak doğarlar. Fakat bunu sosyal çevrelerinin gelişmesiyle daha da pekiştirebilirler. Empati aslında çok iyi bir anne ve babalık görmekle doğru değerleri içselleştirmekle, içinde bulunduğumuz sosyo kültürel çevrenin bize sağladığı imkanlarla gerçekleşir. İçinde bulunduğumuz sosyal çevre bize kıyıcılığı ve acımasızlığı da öğütleyebilir. Hayatta kalmanın tek stratejisinin bir başkasının sırtına basma düşüncesiyle oluşmuş olduğunu öğretebilir. Bu tarz toplumlarda bazı insanlar başkasının ızdırabını umursamayabilirler. Bu da ruh için aslında patolojik bir durumdur.
Mutluluk ve başarı: Başkasına dokunabilmek
Ruhun ihtiyaçlarını görmek ve hissetmek gerekiyor. Ruhun ihtiyaçlarını göremeyen, erteleyen bir toplum mu olduk? Gerçekten maddi ve manevi ihtiyaç sınırımızı bilmiyor muyuz?
Bütün dünyada olduğu gibi bizim toplumunda da maddiyatçılık giderek geçer akçe bir değer haline geliyor. İnsanlar maddi başarıyı her şeyi temize çıkaran bir sonuç olarak algılıyorlar. Bunun tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Eğer maddi başarı hayattaki başarının tek ölçüsü haline gelirse insanlar giderek birbirine karşı kıyıcılaşır ve biribirine yardım elini uzatan hiç kimse kalmaz. Hayatta başarı bence başka insanların hayatına ne kadar dokunabildiğiniz, başka insanların hayatını ne kadar değiştirebildiğiniz ve kendi hayatımızı ne kadar değiştirdiğimizle alakalı.
NİTELİĞİN EGEMENLİĞİ KAYBOLUYOR
Biz dünyayı ele geçirsek bile kendi nefsimize boyun eğerek ve köle halinde kalmaya devam ediyorsak hiç bir başarı elde etmiş olamayız. Başarı bizim yola çıkmadan önce ruhsal olarak nerede durduğumuzla yola çıktıktan sonra vardığımız menzilde nerede durduğumuzla arasındaki mesafeden ölçülmesi gereken bir şey. Ruhsal olgunluk ve kemalat yolculuğunda ölçülmesi gereken bir şey. Ama insan olarak ne ifade ediyoruz? Kimin hayatına ne kadar ışık düşürüyoruz? İnsanlar bizimle ilgili iyicil mi, kötücül düşüncelere mi sahip? Bunlara hiç bakmıyoruz. Ölçülebilir şeyler istiyoruz. Nicel şeyler üzerinde koşuyoruz.
Mutluluk çarkına çomak sokmayın
Mutlu insan değil, ızdırap çeken insan bu dünyanın vicdanıdır. Eğer bilinci yapmış olduğu şeyin yanlış olduğunu fısıldamıyorsa bir şkenceci de mutlu olabilir. Bence bizim meselemiz mutlu insanı aramak değil, dertli insanı aramak olmalı. Yapılan, olan ve biten şeylerle ilgili soru soran, kendini ve içinde yaşadığı toplumu, politik sistemi ve yoksulluğu sorgulayan insanlar bizim için daha değerli insanlar olmalı. Bu insanlar mevcut yanılsamalı mutluluk çarkına da çomak sokarlar.
Yeni Şafak