Azın derdi ile çoğun derdi aynı değil; her ikisinin kendince çektiği, çekeceği yük var. Nedense çoğu kez yüksüzlük ister bedel ödemeye de yüksünürüz; "böyle olacağını bilseydim"le başlayan şikayet cümleler uzayıp gider.
Bir yandan da alıştığımız zevkleri bırakamaz, şikayetler bir yana yeni heveslere yelteniriz. Serap koşuşlar bir o tepeye bir bu tepeye koşturtur dururuz.
Kararı olmayan yerde konaklanılır mı? Kaç tepe yüksekliğinde binalara saklanır; kumdan kulelerle varlık iddiasında bulunuruz.
Tenekeden uçurtmalarla yerde sürünür, markaların tutsaklığında oradan oraya savruluruz.
Kumdan kulelere kağıttan kredilerle çıkar; esaretin adına hürriyet der aldanırız.
Karşıdaki aldı ya biz de almalıyız; karşıdakinin oldu ya bizim de olmalı. Uzayıp giden karşıdakiler bizi kendimizden uzaklaştırır; düşünmeyiz!
Karşıdakinin ne yük yüklendiğini bilmeden uzaktan özeniriz. Bilmeyiz kendi yükümüz kadar hürüz! Taşıyacağımız az yük; başkasının görünüşte parıltılı gerçekte ağır yükünden iyidir.
Hürriyet narindir dünya gibi bir ağır yük ona zor gelir. Naif hürriyet, yükü de kendi gibi naif olsun ister. Yol uzun yolculuk çetindir. Çekilecek çileler, içilecek elemler vardır. Ne diye evham gibi ağır yüklerle yüklenilsin?
Düşünmek gibi bir eylem, sevmek gibi bir hafiflik, şefkat gibi bir genişlik varken; benliğin duvarlarinda hapsolmanın ağırlığı altında ezilmek; o ezilmişlikte yeni benlikler üretmek; cüceliğin güç yetirilmez ağırlığı!
Az gerçekte az, çok gerçekte çok mu? Azlığın ve çokluğun deviniminde neleri yitirdiğimizin farkında mıyız?
Gerçekte yük ağır, yol uzun!