Yavaşça başını kaldırdı denizin dalgalarını seyretti. Hava sıcaktı, mevsim yazdı fakat hafif serin olmayan bir rüzgâr esiyordu.
İçindeki karmaşalar onu adeta insanlıktan çıkarmıştı. Elini gömleğinin üst cebine attı sonra hatırladı, sigarası kalmamıştı.
İnsanlar ne hayaller kuruyordu. Fakat bu hayaller bir türlü gerçekleşmiyordu. Üniversiteyi kazandığı zamanlar kurduğu hayalleri hatırladı. Okul bitecek hemen işe girilecekti. Marmara Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğini bitirmişti. Bitirdiği okul sıradan bir okul değildi. Okurken Bilgisayar toplayıp satmakla iş hayatına başlamıştı. Bu sıralar arkadaşları ile birlikte dershanede kalıyordu. Tabi kendisini işe verince arkasından parada kazanmaya başlayınca yalnız başına bir eve çıkmıştı. Önce yakın çevresindeki arkadaşlarına sonra mahalleye bilgisayarlar sattı. Çok para kazanmaya başlamıştı.
Sonra bir ara okulu bile bırakmayı düşündü. Bir dükkân açmıştı. Sonra o dükkân gittikçe büyüdü. Markalı bir mağazaya dönüştü. Zar zor okulu bitirdi. Evlenmeye niyet etti. Okuldan sırf fiziği güzel diye bir kızla evlendi. Kız sonradan anladığı üzere parası için evlenmişti.
Aslında sonun başlangıcı bu evlilikti. Beyninde balyoz gibi inen; “Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı; yarın ise, senin elinde senet yok ki, ona mâliksin.” cümlesi ile kendine biraz gelir gibi oldu.
Ne yapıyordu, şimdiye kadar ne yapmıştı. Beynine bir balyoz daha indi; ”Öyle ise, hakiki ömrünü bulunduğun gün bil.” Tüm bu yaşantı nedendi. Daha çok para kazanmak, daha rahat yaşamak için mi?
Dershaneden niye ayrılmıştı. Hedefi sadece çok zengin olmak mıydı?. Arkadaşlarına ne demişti; ”Merak etmeyin her akşam sizdeyim.” Peki kaç kez gitmişti. Hiç…
Biten evliği sonrası işleri de ters gitmeye başlamıştı. Önce senetler geriye dönmüş paraları tahsil edememiş sonra kendisi ödeyememeye başlamıştı. Beyni uyuşmaya başlamıştı ; “Lâakal, günün bir saatini ihtiyat akçesi gibi, hakiki istikbâl için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccâdeye at.”
İflas ettiğini bir türlü anlayamamıştı. En son ne zaman namaz kıldığını hatırlamaya çalıştı. Dershaneden ayrıldığı günden beri vakit namazlarını terk etmişti. Belki de namaz onu terk etmişti. Sonraları cumaları bile gitmemeye başlamıştı.
Beyninde dolaşan bu kelimeleri nerden hatırladığını düşünmeye başladı. Bir zamanlar o kadar çok okurdu ki kırmızı kaplı kitapları. “Mektubat’ta mıydı.. Sözlerdi herhalde.” diye içinden geçirdi..” Sözler şöyle devam ediyordu; ”Hem bil ki, her yeni gün, sana, hem herkese bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümâtlı ve perişan bir halde gider. Senin aleyhinde âlem-i misâlde şehâdet eder. Zîrâ herkesin, her günde, şu âlemden, bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti o adamın kalbine ve ameline tâbidir. Nasıl ki aynanda görünen muhteşem bir saray, aynanın rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür; kırmızı ise, kırmızı görünür.”
Ne geldiyse başıma namazı terk ettiğim için geldi diye düşündü. Namaz kılmadığı her gün zulümatlı ve perişan bir halde yaşanmıştı. Namazını kılsaydı dünyaya bu kadar dalar mıydı. Yanlış bir evlilik yapar mıydı.
Her şeye yeniden başlamalıydı. Fakat artık buralarda duramazdı. Memleketine gitmeliydi. Baba ocağına.
Uzaktan gelen ezan sesi ile ayağa kalktı. İkindi ezanı okunuyordu. Camiye doğru yürümeye başladı. Bu deniz kenarına geliş nedenini düşündü. Kendisini denize atmayı düşünmüştü. Şimdi ise namazın içinde kaybolmaya gidiyordu.
Yavuz Osman