Öğle ve ikindi namazları tek başına da kılınsa, cemaatle de kılınsa kıraatin gizli yapılması vaciptir. Tek başına kılan kimse veya imam kendi işiteceği kadar bir ses çıkararak Fatiha ve sûreyi okur. Gündüz kılınan nafile namazlarda da gizli okumak aynı şekilde vaciptir.
Cemaatle kılınan sabah, cuma, bayram, teravih ve vitir namazlarının bütün rekâtlarında, akşam ve yatsı namazlarının ilk iki rekâtında kıraatı cehrî yapmak, yani sesli okumak vaciptir. Akşam namazının üçüncü rekâtında, yatsı namazının da son iki rekâtında gizli okumak vaciptir. Ancak, tek başına sabah, akşam ve yatsı namazını kılan kimse, isterse kıraati sesli yapar, dilerse gizli olarak okur.
Bu kıraat şekillerinin gündüz namazlarında gizli, gece namazlarında, cuma ve bayram namazlarında açıktan okunmasının hikmeti de tefsirlerimizde şöyle anlatılmaktadır:
Resul-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.) İslâma dâvetin ilk yıllarında tebliğ vazifesini gizli olarak yapıyordu. Sahabîlere namaz kıldırdığı zaman da kıraatte sesini yükseltir, namazları cehri kıldırırdı. Müşrikler Peygamberimizin sesli kıraatini duyunca şiirlerle ve uydurdukları sözlerle karıştırmaya başladılar. Peygamberimize de hakaret ederek işi alay etmeye kadar vardırdılar. Müşriklerin bu çirkin hareketine meydan verilmemesi ve Müslümanların eziyetlere maruz kalmamaları için bir âyet-i kerime nazil oldu:
“Namazında sesini ne çok yükselt, ne de fazlaca kıs; ikisi ortasında bir yol tut.” (İsrâ, 17/110)
Âyette, müşriklerin duymalarına mâni olmak için Peygamberimizin sesini yükseltmemesi isteniyordu. [ez-Zemahşerî, Keşşâf, (Kahire: Dârü’l-Mushaf, 1397-1977), III/196]
Bundan sonra Peygamberimiz (asm), öğle ve ikindi namazlarında, müşriklerin eziyetiyle muhatap olamamak için kıraatı gizli yaptı. Akşam namazı vakit ise onların yemek saati, yatsı ve sabah da uyku saatleri olduğundan, bu namazlardaki kıraati açıktan yaptı. Cuma ve bayram namazları da zaten Hicretten sonra farz ve vacip kılındığından, müşriklerin de bir zararı olmayacağından kıraatler cehrî oldu. (bk.Taberî; Zemahşerî, Razî; Kurtubî; Semarkandî, ilgili ayetin tefsiri)
Ancak Mekke müşriklerinin ilk Müslümanlara neler ettiklerinin bilinmesi için, durum kıyâmete kadar yaşayacak insanların ibretine sunulmuş, gündüz namazlarında gizli okunması emri bu hikmetle devam ettirilmiştir. Elbette başka hikmetleri de vardır. Ancak müşriklerin ilk Müslümanlara yaptıklarını hatırlamak bakımından bundaki ibretler akla ilk gelendir.
Bilindiği gibi İslam’daki görevlerin bir kısmı, akılla izah edilebilen “makulu’l-mana”dır. Az bir kısmı da teslimiyeti gerektiren ve akılla izah edilemeyen boyuttadır. Bunun da hikmetleri vardır. Bir hikmeti şudur ki, İslam dininin iki temel esası vardır. Birincisi, iman esaslarıdır. İman ilimdir ve akla hitap eder. İkincisi, İslam esaslarıdır. İslam teslim olmayı gerektirir. Bu sebeple bazen aklın kavrayamadığı bazı unsurları da olacak ki teslimiyet hasıl olsun. Yoksa her şeyi aklına yattığı için kabul ederse kişi o zaman teslimiyet testinden geçmemiş olur.
Bu açıklamalar ışığında denilebilir ki, -hac ibadetinde olduğu gibi- namazın bu şekilde kılınmasında da teslimiyeti gözeten teabbudî boyut vardır.
İkincisi, namazın ilk iki rekatında kıraatin cehrî olması / açıktan okunmasında Allah’ın huzuruna çıkmanın verdiği sevincin bir yansıması olabilir. Yani, Allah’ın huzuruna çıkan bir kul, huzura kabul edildiği için çok mutludur. Bu aşırı sevincin verdiği coşkudan dolayı içi içine sığmaz ve Rabbinin kelamı olan Kur’an ayetlerini sesli bir şekilde okuyarak bu coşkusunu dışa vurur. Fakat ilk iki rekattan sonra bu coşkulu hâl, yerini âcizliğe, fakirliğe, muhtaçlığa, kusurlu halini görmeye bırakır. Artık sesi-sadası kesilmiş, ilahî huzura çıkmanın verdiği coşkunluk yerine, kulluk şuurunun verdiği bir eziklik ve ilahî mehabetten alınan bir korku ve haşyet kişiyi sarmış olur...
Dikkat edilirse gündüz kılınan öğle ve ikindi namazlarının bütün rekatlarında gizli okumak söz konusudur. Gece namazları sayılan sabah, akşam, yatsıda ise ilk iki rekatte açık okuma vardır. Bu açıdan bakıldığı zaman, konunun gece ve gündüzle de bir alakasının olduğu düşünülebilir. Klasik kaynaklarımıza göre Mekke devrinde gündüz namazları “müşriklerin korkusundan” sessiz kılınıyordu. Gece namazları ise bu korkudan biraz uzak olduğu için sesli kılınıyordu.
Konuyu şöyle değerlendirmek de mümkündür:
Namaz kılmak, imandan sonra gelen en büyük bir kulluk vazifesidir. Beş vakit namazın her birisinin ayrı bir zaman dilimine tahsis edilmesi, Allah’ın o vakitlerdeki tasarruflarına, yarattığı nimetlerine bakar. O halde namazın bütün kâinata, cinlere ve meleklere bakan yönü de vardır.
Gündüz bütün kâinat, bütün varlıklar -insanların gözü önünde- lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile yaptıkları ibadetleri söz konusudur. Böyle büyük bir cemaatin içinde olduğunu düşünen kişi, kendi kulluğunu çok küçük görür ve âdeta utancından bu ibadetini gizlemeye çalışır. Gündüz namazlarındaki sessizlik bu hali simgelemektedir.
Gecede ise, -insanın kendi zihnine göre- her şey istirahata çekilmiş, âdeta uykuya dalmış ve sessiz-sedasız bir hal almıştır. Bu durumda sessizliği ibadet neşvesiyle bozmak, her tarafı zikir meclisine çevirmek için sesli okumak çok münasip düşmektedir. Bu neşve ve neşe -yukarıda belirtildiği üzere- daha sonra yerini kulluk şuuruna bıraktığı için, ilk iki rekattan sonra yerini tekrar -gizli okuyuşa- sessizliğe bırakır.
Bizim bu gibi hallerden uzak olmamız, bu hakikatin olmadığını göstermez. Saff-ı evvel olan sahabilerin ve tabiinlerin ve her zamanda bulunan salih/muttaki kimselerin namazla ilgili menkıbeleri bu halin varlığına işaret etmektedir.
Sorularla İslamiyet