Münazarat Risalesinin ilave baskılısını okuyorum. Dönüp dönüp yine okuyorum bitmiyor bir türlü. Bazı kısımları, notlarıma alıyorum, altını çiziyorum yine de bitirdiğime ikna olamıyorum. En iyisi, bazı kısmlarını sizlerle paylaşmak diye düşündüm ve bu yazıyı yazıyorum.
Risale- Nurları, devirli okumak çok önemli. Yoksa bir kısmını atlamış ya da ihmal etmiş olabilirsiniz. Hepsini sıraya koyup bitirince diğerine geçmek, en geçerli şekli okumanın. Diğer önemli husus,kelime ve terkipleri hemen geçmemektir. Kelime üzerinde durunca insan, Risale-i Nur'un nasıl bir kabiliyete hutur ettiğini daha iyi anlıyor. O derin ve bed'i manalara kıyafet giydirmek, onları kitabileştirmek, vücud sahasına, ilim ve irfan erbabına sunmak; geniş bir bilgi ve birikiminin yanında epeyce bir lisan ve dil bilgisi ile mümkündür ancak. Yani Türkçe, Arapça, Farsça kısmen Batı dillerinin yanında, bazen Kürtçe, mezc edilmiş; medeniyet ve İrfan kalıbında yoğrulmuş, tefekkür ve tezekkür süzgecinden geçirilerek pişirilmiş ve daha önemlisi, tecrübe, müşahade ve temessül kabında bekletildikten sonra, bu manalara ev sahipliği yapar hale gelmiştir. O kelimelerin derinliği, çeşitliliği, telmih yönleri, çağrışım zenginlikleri karşısında başka izah bulamıyorum acizane.
Bunu dil açısından ifade ediyoruz. O dilin arkasında ve altında, İslam kültür ve medeniyeti, Kur'an ve hadis hakaıkı ile bunların terennümü olan yüzlerce cilt eser külliyatının olduğunu da belirtelim. Risalelerin açık, etkili, telmihle çeşitlendirilmiş anlam derinliği ise, bu alt yapının zenginliğinden geliyor. Sadece Hutbeyi Şamiyeyi derinlemesine tahlil ederek okursanız bile, bu belirttiğim hususların örneklerini bol bol görürsünüz. Sadece Üçüncü Kelimede geçen "dalkavukluk, riyakârlık, münafıklık" kelimelerine getirilen tarifler ile, devamındaki "Yalancılık ise, Sani-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir." cumlesinin üzerinde durmanızı isterim. Devamında ise Peygamber Efendimizin (asm) "O sıdk anahtarı ile hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesini nasıl açtığını" tefekkür edebilirsiniz.
Sözü Münazarat'ta geçen başlığa getirmek istiyorum. Şahane sualler ve harika cevaplar var. Bu okuyuşumda, "şeyhler" ile ilgili sualler ve cevaplarına takıldım. Üstad, aşiretlerin şimdiki "şeyhlerden" ne istersin, sualine özetle 'Zühdün manası olan, terk-i menafi-i şahsiyeyi...İslamiyet'in mâyesi olan muhabbeti isterim." cevabını veriyor. Bu iki, yani 'menfaati terk ve muhabbet' hususu, üstadın hem hayatında hem eserlerinde birinci düstur oluyor gerçekten.
Peki, bu şehyler "Nasıl olsunlar?" sualine:
"....inat, gıybet ve tarafgirliği mabeynlerinden(aralarından) kaldırsınlar" cevabını veriyor.
Peki, "Bunları, niçin kaldırsınlar?" sualine ise:
"Çünkü inat, gıybet, tarafgirlik, birtakım bidatkâr ve şeyhlik taslayanların çıkmasına sebebiyet verir. Halbuki bu şeyhlerin bazıları, bazılarını inkâr ediyor. Birbirini inkâr edenler, nasıl muhabbet edip ünsiyet edecekler." cevabını veriyor.
Devamı ise umuma, bütün zamanlara, tarihî bir sesleniş niteliğinde:
"Ey, divaneler!
İşitmediniz mi, anlamamışsınız ki, "İnnemel mü'minune ihvetün"(Müminler ancak kardeştir.) bir "NÂMÛS-U İLÂHÎDİR."
Veya körleşmiş misiniz ki, görmüyor musunuz ki "Bir mü'min, kendisi için istediği şeyi, kardeşi için istemedikçe; tam iman etmiş olamaz." bir DÜSTUR-U NEBEVİDİR.'
Evet, uhuvvet, muhabbet bir namus-u İlâhî ve "Kendi için istediğini başkası için istemek."de bir düstur-u nebevîdir.
Namus kelimesinin kullanım alanı, çok geniş. Mehmet Akif'in:
"Asımın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek,
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.'
dizelerinde dile getirdiği üzere 'iffet, edep, haya, emniyet gibi faziletlerin toplandığı pek kıymetli bir haslet olduğu gibi;
Fuzûlî'nin:
"Sada-yı ney haram olsun dedin ey sofi-i câhil,
Yele verdin hilaf-ı Şer' ile nâmûsun İslam'ın."
beytinde işaret edilen "Herkes tarafından korunması gereken, yıkılmasına izin verilmeyen manevi değer, yani Allah'ın hükümleri" anlamı da var.
Üstad, "nâmûs-u İlahî" derken, herhalde ikinci anlamda kullanıyor.
Peki uhuvvet, muhabbet, kardeşlik korunması gereken nâmûs-u İlâhî ise; bunların tam tersi olan inkâr, düşmanlık, adavet, kin, gıybet kimin nâmûsu olabilir?
Şeytanın, nefs-i emmarenin, münafıkların ve de küfrün. Tercih bize ait.
"Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf(kat kat) bir farz-ı ayn haline gelmiştir." hükmünü veren üstad, cihadın bu asırdaki en muhim medarı olarak da muhabbet ve bunun neticesi olan ittihadı görüyor.
Şeyhlerin (bir yönüyle cemaatlerin) birbirini İnkârlarını ise: " İnkâr meselesi, nasıl oldu da şu iki esas-ı azim ve metine (namus-u ilahi ve düstur-u nebevi'ye) nasih olabildi. (Yani hükmünü kaldırdı) Bu inkâr meselesi, doğru olsun (doğru da kabul etsek) Allah'ın kelâmı değil ki mensuh olmasın. (Ortadan kalkmasın.)" şeklinde yorumlayarak, yalanın mensuh olduğu gibi; ilay'ı kelimetullahı hedef ittihaz eden cemaatlerin de birbirlerini inkâr ve tezyiflerinin haklı da olsalar mensuh olduğunu ortadan kalktığını ifade ediyor. Çünkü bu düşmanlığın zararı, faydasını geçmiştir.
Fakat bahsin devamında bir sual ve cevabı var ki bu yazıyı yazmama sebep oldu. Zira bu aralar "şeyh" sayılabilecek birinin etrafındaki tanıdık bazı insanlar, vefat etmiş bazı tanıdığımız mübarek insanları, şeytanın dahi elli sene düşünse aklına gelmeyecek şekilde karalıyor ve onlara hücum ediyorlar. Peki bu hücum eden insanların "şeyhi ya da hocası" gerçek "şeyh ya da hoca" olabilir mi? İşte ilgili bahsin devamında bir sual ve cevabı var ki tam da burayı izah ediyor.
Sual: "Veli olan şeyhin, müdde-i olan müteşeyyih (şeylik taslayan) ile farkları nedir? Bu mühim ve açıcı sualin cevabı uzun. Bazı kısımları atlayarak vereceğim, sizlerin de kitaptan kalan kısmını okumanızı isterim.
"Lâkin eğer mesleği, (takip ettiği yolu) tenkis-i gayri ile (başkasını kötülemekle) meziyetlerini izhâr ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin (başkasını kötüleyerek kendini sevdirmeye çalışıyorsa) ve inşikak-ı asa-yı istilzam eden hiss-i taraftarlık meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse, (kendi varlığının devamı için, başkasını gıybet ediyor ve birliği bozucu tarafgirlik yapıyorsa) o bir "MÜTEŞEYYİH-İ MÜTEEVVİĞDIR." (dünyevî makam ve menfaat peşindeki şeyhtir.), bir "Zİ'B-İ MÜTEGANNİMDİR." (koyun postuna bürünen kurttur.) Davula bedel, tarikate veya kitaba el vurur ki bahşiş ve şabaş(alkış) alsın. Din ile dünyanın saydına( avına) gider. Ya da bir lezzet-i menhuse (pis bir lezzet) veya bir alçak heves, veya bir hatalı bir içtihat onu aldatmış ki zevât-ı mübarekeye suizan yolunu açmıştır." Sanki üstad bu zamanı okumuş ve bu tip şahısları ikaz için, o zamanın insanlarını nazara alarak aslında bize süslenmiştir.
Evet dostlar, yaşasın uhuvvet dairesi. Bitsin kin ve nefret. Rahat etsin kalp ve gönüller. Minnet duyuyor ve rahmet diliyoruz üstada ki bu Kur'anî dusturlari bize böyle ders vermiş. Gerçekten ne derdim olsa, hangi suali sorsam, bir cevabını hazır buluyorum. Kur'an'a ayna bu reçeteler başucumuzdan ayrılmasın.
Selam ve dua ile.