Yıllar önce, bir akademisyene, 'akademik dil' üzerine serzenişte bulunmuştum. Piyasada bulunan tüm akademik metinlerin aynı kişi tarafından yazılmış gibi durduğunu, dolayısıyla bu tekdüzeliğin okunurluğu azalttığını söylemiştim. O ağabeyim de cahilane sözlerime gülümseyerek, akademik bilgide amaçlananın zaten bu olduğunu, ortak bir bilgi aktarım zemini oluşturmak için özellikle bunun yapıldığını ifade etmişti. Hatta anlattıklarını şöyle misallendirmişti: “Akademik dilde bilgi aktarımı 'sanat' değil 'standartlar' üzerine kurguludur. Amerikalı bir uzman, hiçbir zorluk çekmeden Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kullanabilmelidir. Türkiye’deki de Amerikalınınkini... Başarılmaya çalışılan budur.”
Öğrenmenin yaşı yok. Ben de dersimi alıp oturdum. Fakat bu ders, kulağıma bir soruyu daha fısıldadı: Kur'an'ın ilk vahyolunduğu günden bu yana, 14 asırdan fazla zaman geçmesine rağmen 'nasıl eskimediği' sorusuydu bu. Öyle ya, herhangi bir bilimdalında yazılmış en zirve eserler bile, çoğu zaman, birkaç on yıl içinde 'geçerliliğini yitirenler' kutusuna atılıyordu. Bilim sürekli gelişiyor ve değişiyordu. Bir zamanlar fiziğin sonu sanılan Newtonculuğun yerini, bugün Kuantumun cazibesi almıştı mesela. İşte bu dersle anladım ki: Zamanla, coğrafyayla, ırkla değişmeyecek değerleri, geçerliliğini hiç yitirmeyecek bir üslûpla anlatırsanız; ne zaman, ne mekan, ne de değişen kültürler etkileyemezler, eskitemezler.
Bilirsiniz; Bediüzzaman Hazretleri, pekçok metninde Risalelerin ve dolayısıyla 'ürettiği bilginin' felsefeye mağlup olmadığını söyler, bir nevi iftihar eder. Ben bu mükerrer iftiharların altında yatan sırrın, genelde anlaşıldığı gibi 'yazar övüncü' olmadığını düşünüyorum. Çünkü Risale-i Nur'u bestseller gibi değil, bir bilgi üretim ekolünün giriş kapısı gibi görüyorum. Bediüzzaman, o metinlerde eserlerini övmekten ziyade, metodunu övüyor bence. Rağbet bulması için övüyor. Devam etmesi için övüyor. Çünkü her övgü bir tavsiyedir. "Bunun gibi olun!" demektir. Allah Resulü'nün ismi bu yüzden Muhammed'dir, Ahmed'dir.
Gerçekten de, bir bilgi sağanağı şeklinde saldıran şüpheler zamanında, insanlar, bu Kur'an derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalabilmişlerdir. (Buna dair pekçok sosyolojik analizi, Prof. Dr. Şerif Mardin'in, İletişim Yayınları'ndan çıkan, Bediüzzaman Said Nursî Olayı isimli eserinde okuyabilirsiniz.) Şimdi, buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; metodunun bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”
Şimdi, bu ve benzeri metinlerden hareketle, Nur öğretisinin bir nüansını konuşmak istiyorum sizlerle. Tabii bu sunumda 'ortak dilden' kastım, yukarıda Bediüzzaman’ın 'burhan-ı yakinî' şeklinde ifade ettiği 'kolay, anlaşılır ve hızlı ispatlanabilir' bilgidir. Kabul edilmelidir ki; felsefî ekoller, bu ortak dili bizden daha evvel konuşmaya başladılar. Örneğin; materyalizmin, darwinizmin, pozitivizm veya başka fikir akımlarının iddialarına dayanak kıldığı bilgiler, dünyanın her tarafında kabul görmeye hazır edilmiş; aklî, somut bir deney/ispat diline dökülmüş bilgilerdi. Bu yüzden ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta Abdullah Cevdet gibi bazı dindar insanlar, Avrupa'ya gittikten kısa bir süre sonra tam bir inkarcı olarak dönebiliyorlardı.
Onların ürettiği bilgi, genelin kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken, bizim marifetullah bilgimiz medreselerde, uzun eğitim süreçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi 'kaziye-yi makbule' (yani; filanca makbul şahıs böyle demiş) türünden taklidî kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası, genele hitap eder, her yerde geçer bir bilgi üretemiyor veya üretse bile bu ses kısık kalıyordu. Burhan-ı yakinî (kesin, anlaşılır ve kolay delil) sırrını yakalayamıyordu. Halbuki Bakara sûresi 111'de Cenab-ı Hak bile şöyle emretmiyor muydu: "Eğer sâdıklardan iseniz, delil getirin."
İşte, kanaatimce, bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi. Veyahut Kur'an'ı asırlardır karşıkonulmaz kılan bu dili, tekrar ortaya çıkarıp eserlerinde kullananların ilki oldu. O zor dönemde öyle bir marifetullah bilgisi üretti ki, bu bilgi, her nereye gitse işlerliği olan bir metoda sahipti. Ve ona da bir isim verdi: Asâ-yı Mûsâ. Kendisi bu metodu Mesnevisinde şöyle tarif eder: "Kur'ân ise, bize asâ-yı Mûsâ gibi bir hakikat vermiştir ki, nerede olsam, hattâ taş üzerinde de bulunsam, asâyı vuruyorum, mâ-i hayat fışkırıyor. Âlemin haricine giderek uzun seferlere ve su borularının kırılmaması ve parçalanmaması için muhafazaya muhtaç olmuyorum."
Benzer ifadeler yıllar sonra telif ettiği 26. Mektup'ta da bulunur: "Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle kesip, sonra Vâcibü'l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor." İşte, kanaatimce, Bediüzzaman'ı mağlup etmeyen sır budur: Onun gözünde bir hava zerresi bile, Hüve Nüktesi'nde olduğu gibi, marifet zeminidir.
Bu noktadan hareketle, Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamamız taraftarıyım. Neden mi? Koyun ve kuş arasındaki farkın, yavrularına sundukları besinin lezzetinden ibaret olmadığını düşünüyorum. Koyunun ürettiği sütü yalnızca yavrusu değil, herkes kullanabilir. Süt, canlıların genel kullanımına daha müsait bir besindir. Bu yönüyle kuş ve koyun, kay ve süt örneklemesinin, üretilen marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında da önemli olduğu kanaatindeyim.
Şunu sorgulamamızın zamanı geldi şimdi: Biz nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Mesela benim çoğu derste gördüğüm 'hatıralar' üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına pek girmiyor. Çoğunlukla 'kaziye-yi makbule' sınıfından şeyler anlatılıyor. Böylesi bir tedrisin öğretinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi, herkesin kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o şahısları tanıyanların ve makbuliyetlerine 'kanaat-i kalbiyeleri' olanların kabul edebileceği bir bilgidir.
Bu yönüyle hepimizin bir durum kontrolü yaparak, bilgi üretim eksenimizi 'ortak dile' yaklaştırmamız gerektiğini düşünüyorum. Müellifi bile, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim bu usulle tedris yapmamız sanıyorum çok da uygun değildir. Bize düşen, dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah üretmektir. Mağlub olmayacak bilgi odur. Yolun gücü, kısalığındadır.
Bu hafta dersimizi Şualar isimli eserden 'yolun gücünün kısalığında olduğunu' vurgulayan bir alıntıyla bitirelim:
"Eski Said'in, onbeş yaşında iken medrese usulünce onbeş senede okunan ilmi, onbeş haftada okumaya inâyet-i İlâhiye ile muvaffak olması gibi; rahmet-i Rabbâniye ile, Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatte ve imaniyede onbeş seneye mukabil, bu medresesiz zamanda onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar."