Yıllar önce bir ağabeyime akademisyenlerin yazım dili hakkında serzenişte bulunmuştum: Tarzlarının çok benzediğini, tamamının aynı kişi tarafından yazılmış gibi bir üsluba sahip olduğunu söylemiştim. O ağabeyim de cahilane sözlerime gülümseyerek akademik bilgide zaten amaçlananın bu olduğunu, insanların ortak bir bilgi aktarım zemini oluşturmak için bunu yaptıklarını ifade etmişti. Hatta anlattıklarını şöyle örneklendirmişti:
“Amerikalı bir uzman Türkiye’deki bir araştırmacının çalışmasını kaynak olarak kullanabilmeli. Türkiye’deki de Amerika’dakini. Başarılmaya çalışılan bu...”
•••
Bilirsiniz, Bediüzzaman pekçok yerde Risalelerin felsefeye diğer ekoller gibi mağlup olmadığını (musırrane) söyler. Hatta tarikat, tasavvuf erbabının ekserisinin geri çekilmek, sönmek zorunda kaldığı bir devirde Nurların galibane mücadele ettiğini ifade eder. Ben bu sözün altında yatan sırrı çok düşünmüşümdür. “Neden o öyle, bu böyle?” diye. Zira gerçekten de, ilim suretine bürünmüş bir dalaletin hücum ettiği bir zamanda insanlar Risale-i Nur’un derslerini sinelerine bastırarak ayakta kalmışlardır.
İşte buraya alıntılamak istediğim mektupta da Bediüzzaman; Risale-i Nur’un bir artısını şöyle ifade ediyor: “Hatta ilm-i mantıkta ‘kaziye-i makbule’ tâbir ettikleri, yani büyük zatların delilsiz sözlerini kabul etmektir; mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor, belki zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkda; burhan-ı yakînî, hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor, cerh edilmez delile bakar ki, bütün Risale-i Nur hüccetleri, bu burhan-ı yakinî kısmındandır.”
Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektup, özünde Risale-i Nur’un bilgi oluşturma ve aktarma tarzını da anlatan şahane bir metin. Yine bu mektupta Bediüzzaman, Risale-i Nur için “bu asrın hakikat ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalaletlere galebe ediyor” ifadesini kullanıyor.
Ben şimdi, bu mektubun tamamından hareketle Risale-i Nur öğretisinin keşfettiğim bir özelliğini, girişte anlattıklarımla bağlayarak sizlere sunmaya çalışacağım. Tevfik Allah’tan...
Bildiğiniz gibi dalalet öğretisi, yani bir kısım felsefî ekoller veya akımlar (dış kaynaklı olanları için konuşuyorum) bizden çok daha önce insanlığın ortak dilini geliştirmeye ve bilgi aktarımını bu ortak dil üzerinden gerçekleştirmeyi başaran örgütlenmelere sahiplerdi. Örneğin; materyalizmin veya başka akımların sahip olduğu bilgiler, dünyanın her tarafında genel kabul görmeye müheyya edilmiş; deney/ispat diline sokulmuş metinlerdi. Keza matbaayı da önce onlar kullanmaya başlamış, bugünkü eğitim sistemini de onlar geliştirmişlerdi.
Tabii bu akademik dilden kastım, sadece bugünkü formasyon değil, yukarıda Bediüzzaman’ın ilm-i mantık çerçevesinde kastettiği bürhan-ı yakinî şeklinde sunulan bir ispatlanabilir bilgidir.
Felsefî ekoller Avrupa’nın bizden daha hızlı gelişmesiyle bu ortak dili konuşmaya başlamış ve bu noktada bizi geçmiş idiler. Bu yüzden kendi ürettikleri her argüman, karşı konulmaz bir şekilde İslam coğrafyasına da etki ediyordu. Hatta bazı dindar insanlar Avrupa’yı görür görmez öğrendikleriyle yollarını karıştırıyorlar, döndüklerinde tam bir inkarcı olabiliyorlardı. (Bunun özellikle Osmanlı’nın son döneminde birçok örneği var.) Bu, felsefenin, İslam ulemasını ilzam etme yöntemiydi.
Onların ürettiği bilgi çocukların bile kullanabileceği bir elverişliliğe sahipken (ki buna özellikle dikkat ediyorlardı) bizim marifetullah bilgimiz medreselerde uzun eğitim süzgeçlerinden geçmeye veyahut yukarıdaki alıntıda zikredildiği gibi kaziye-yi makbule türünden kalmaya mahkum oluyordu. İslam coğrafyası bu türden genele hitap eder, her yerde geçer bir enformasyon üretemiyor veya üretse bile bu çok cılız bir ses olarak kalıyordu. Genel kabulü, burhan-ı yakinî (kesin delil) gibi yakalayamıyordu.
İşte bu noktada Bediüzzaman, yeni bir dil geliştirdi veyahut bu dilin öncülerinden oldu. Öyle bir marifetullah ve İslam bilgisi üretti ki, bu bilgi her nereye gitse işlerliği olan, Amerika’da bile sunulsa; “Aslında doğru söylüyor, olabilir” dedirten bir seviyeye erişti. Yani Bediüzzaman, İslam’ın marifetullah eksenini her yerde ve her şartta kabul edilebilir, kullanılabilir ortak dile ulaştırmayı başardı kendi öğretisinde...
Ve bu yüzden aynı silahı kullanan felsefî ekollere karşı mağlup olmadı. Çünkü onlara karşı, onların tarzında bir cevabı vardı. Kanaat-i şahsiyelere bağlı/ibaret olmayan, her yerde geçer burhanlara yaslanıyordu. Belki de bu yüzden müellif-i muhteremi bile “Benim sözlerimi mihenge vurun!” diyebiliyordu, bu cesareti gösterebiliyordu. Taklit yerine tahkiki öneriyordu.
Bu noktadan hareketle Lemaat’ta geçen “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı” sözünü de biraz daha zengin anlamak taraftarıyım. Koyun ve kuş arasındaki fark sadece yavrularına sundukları besinin daha lezzetli olmasından, daha kolay sindirilir olmasından ibaret değildir. Koyunun ürettiği sütü sadece kendi yavrusu değil, herkes kullanabilir. Yani insan da süt içebilir, başka bir hayvan da o sütü içerek hayatta kalabilir. Süt genel kullanıma müsait, hatta çiğ bile içilebilen bir besindir. Ama kuşun yavrusuna verdiği kay, en fazla kendi türü içinde faydalı olacak bir gıda çeşididir. Bu yönüyle kuş ve koyun örneklemesinin Nur talebelerinin ürettiği marifetullah bilgisinin hedef kitlesini tasavvur etme anlamında önemli olduğunu düşünüyorum.
Bu noktadan hareketle kendi içimizde de bir eleştiri geliştirmeliyiz. Derslerimizde, seminerlerimizde veyahut yazdıklarımızda nasıl bir bilgi üretiyoruz? Her yerde geçer, her yerde kullanılabilir bir bilgi mi? Yoksa sadece kendi aramızda, Nur talebeleri arasında kullanılabilir bir bilgi mi? Acaba Bediüzzaman’ın hedeflediği eksende kalabiliyor muyuz?
Mesela benim çoğu derste gördüğüm “hatıralar” üzerine kurgulanmış bir ders üslubu var ki, bence Bediüzzaman’ın yukarıda kastettiği burhan-ı yakinî kısmına hiç girmiyor. Hatta bence eleştirdiği “kaziye-yi makbule” sınıfından şeyler anlatılıyor kimi ortamlarda. Böylesi bir bilgi üretim ve ders tarzının Nur öğretisinin hedef kitlesini genişletmek yerine daraltacağı açıktır. Zira orada kullanılan bilgi herkesin sahip olduğu veya kabul edebileceği bir bilgi değildir. Ancak o ağabeyleri tanıyanların ve “kanaat-i kalbiyeleri” olanların kabul edebileceği bir öğretimdir.
Bu yönüyle Nur talebelerinin de kendi içinde bir eleştiri üreterek bilgi eksenlerini ortak dile yaklaştırmaları gerektiğini düşünüyorum. Müellif-i muhterem bile Mucizat-ı Ahmediye Risalesi’nin sonunda kale-kıle (dedi-denildi) usulüyle gitmenin meşrebine pek uygun olmadığını söylerken, bizim hale bu usulle ders yapmamız pek de uygun değildir. Bize dünyanın kabul edebileceği bir zeminde marifetullah bilgisi üretmek düşüyor. Tıpkı Bediüzzaman gibi... Felsefeye mağlub olmayacak bilgi o. Kanaat-i kalbiyeler o meydanda çok dayanamaz.